Büyük fikirler bunlara hazır olan kafalar için vardır...

2 Aralık 2007 Pazar

Geçtiğimiz haftalarda "Bilimin Öncüleri" kitabını okudum. Kitap “Bilim nedir? Ne değildir?” sorusuyla başlıyor. Yazar, bilimin öncüleri olarak adlandırdığı bilim adamlarının hikâyelerine geçmeden önce, bilimsel yöntem, hipotez-gözlem ilişkisi, bilimsel kuram gibi bazı konulara da kısaca değiniyor. Bu ilk bölümde oldukça ilgi çekici olan konulardan birisi “bilimsel buluşta yöntemin ne olduğu” tartışmasının yapıldığı bölüm.

Einstein bu süreci şöyle özetliyor;
Bilim adamı önce problemine çözüm getiren ilkeleri bulmalı, sonra bu ilkelerden olgusal olarak yoklanabilir sonuçlar çıkarmalıdır. Bu iki etkinlikten ikincisi için okul öğretimi ona gereken kafa donatımını sağlamıştır; öyle ki, birinci evre aşılmışsa (yani açıklayıcı ilke bulunmuşsa), yeterli uğraş ve zeka gücünün onu aradığı başarıya ulaştıracağı söylenebilir. Ne var ki, birinci evredeki etkinlik değişik nitelikte bir sorundur. Kuram oluşturmada bizi başarılı kılacak ne bilinen bir yöntem vardır, ne de öğrenimle kazanılabilecek özel bir kafa donatımından söz edilebilir.

Gerçekten de kitap içinde okuduğunuz hikâyelerin çoğu sizi bu sonuca götürüyor. Yani çoğu bilim adamının buluşunun tesadüfî denebilecek koşullara bağlı olduğunu görüyorsunuz. Üstelik çok sayıda bilim adamının daha 30’una bile gelmeden en büyük buluşlarını gerçekleştirmiş, önemli üniversitelerde profesörlük unvanlarını almış olduklarını okuyorsunuz.

Tüm bu hikâyeler de doğal olarak bilimsel buluşların mantıksal bir yapı ile ilerlemenin sonucu olmaktan çok sezgi, içe doğuş, yaratıcı hayal gücü, zekâ gibi kişisel özellikler ve rastlantılar sonucu oluştuğu fikrini yaratıyor. Buraya kadar söylediklerim belki de çok bilinmeyen bir yaklaşım değil. Ancak beni asıl etkileyen şey, bu kişisel özelliklerin ve rastlantıların, buluşların yapılmasını bir anda ve öyle kolayca sağlamadığı. Bu insanlar sahip oldukları deha ve yaratıcı hayal güçlerinin yanı sıra inanılmaz bir bilgi birikimine ve çalışma, üretme disiplinine sahip kişiler. Sadece deha ve yaratıcılığın bilimsel buluşlar için yeterli olmadığı gerçeği ise bu kişilerin hikâyelerinin derinlerinde karşınıza çıkıyor.

Kitapta bu durumun en güzel örneklerinden birisi Arşimet’in hikâyesi. Hikâye kralın bir ustaya som altından bir taç yapması için sipariş vermesiyle başlıyor. Usta tacı krala sunuyor sunmasına ama kralın da içine bir kuşku düşüyor. Bu taç gerçekten som altından mı yapıldı diye. Kralın elinde bu tacın benzeri olan ve som altından yapılmış başka bir taç olmadığı için karşılaştırma yapamıyor. O günün bilgisiyle yapabileceği tek şey, bu tacı eritip bir küp şeklinde dökmek ve aynı boyutlarda som altından bir küple karşılaştırmak. Ama bu durumda çok büyük bir emek ürünü olan taç yok olacak. İşin içinden çıkamayan kral sorunu çözme işini Arşimet’e veriyor.

Arşimet’in bu sorunu çözmek için yaptığı bilimsel çalışmalara çok fazla değinilmiyor hikâyede ama o meşhur banyo hikâyesi anlatılıyor. Arşimet banyoya ayağını soktuğunda suyun yükseldiğini görüyor. Tamamen içine oturduğunda ise suyun taştığını fark ediyor. İşte o anda bir ışık yanıyor beyninde ve soruna çözümü de bulmuş oluyor. Maddenin yapısı ne olursa olsun taşırdığı suyun hacmine göre ölçüm yapılabileceğini fark ediyor. Tacı suya batırıp taşırdığı suyun hacmi ile eşit olan altını karşılaştırıyor. Tabi bu deney tacın som altından olmadığı sonucunun yanında ustanın da hayatına mal oluyor.

Peki ama Arşimet’ten önce hiç kimse bunu görmemiş miydi? Elbette ki Arşimet de dâhil olmak üzere pek çok insan, içine başka bir madde girdiğinde suyun yükseldiğini ya da taştığını fark etmişti. Ama Arşimet kafasındaki sorun ve sahip olduğu bilgi birikimi olmasaydı, bu ilişkiyi göremeyecekti. Tıpkı ondan önce bu durumu gözlemlemiş onca insanın göremediği gibi. Benzer bir durum Newton için de geçerli. Ondan önce kimse elmanın yere düştüğünü görmedi mi sanıyorsunuz? İşte Pasteur bilimsel buluşlardaki bu şans faktörünü şöyle değerlendiriyor; “bilimsel buluşta şans ya da tesadüfün rolü buna hazır kafalar için vardır”.

Şimdi diyeceksiniz ki, bunların pazarlamayla ne ilgisi var? Var efendim, hem de çok var. Pazarlamada yeni fikirler, mevcut uygulamanın/kuramın cevapla(ya)madığı sorulara veya karşıla(ya)madığı ihtiyaçlara çözüm önerisi getirmek değil midir? Bu haliyle bilimsel buluştan farklı mıdır pazarlama fikirleri? Bence bu ikisi büyük benzerlikler taşır.

Geçen hafta Cengiz bir yazı yazdı; "Niş Pazarlama, internet ve büyük fikirler". Bu yazısında, internette büyük iş fikirlerinin keşfedilmeyi beklediğini yazmış Cengiz. Çok da doğru söylemiş. Yeni bir ortam, yeni kurallar, değişen istek ve ihtiyaçlar, değişen bir tüketici ve tüketim yapısı var ortada. Buradan yeni iş fikirleri çıkmazsa ayıp zaten. Evet, keşfedilmeyi bekleyen onlarca fikir var ve birilerinin onları görüp, işte bu iyi bir fikir demesini bekliyorlar. O zaman, önemli soruyu soralım isterseniz. Bu iş ve pazarlama fikirleri nasıl bulunur?

Eğer pazarlama veya iş fikirleri mevcut uygulamanın/kuramın cevapla(ya)madığı sorulara veya karşıla(ya)madığı ihtiyaçlara çözüm önerisi getirmekse, o zaman bu cevaplanmamış soruların ve/veya karşılanmamış ihtiyaçların keşfi bize yol gösterebilecektir. Bu soru ve ihtiyaçlar bir şekilde yaşanan değişimlerle ilişkilidir. Ancak bu ilişki bir neden sonuç ilişkisi değil, karşılıklı bir etkileşim ilişkisidir. Yani değişim ve ihtiyaçlar karşılıklı bir etkileşime girerek birbirlerini üretirler. Bu nedenle, bu soru ve ihtiyaçların keşfinde, değişimlerin anlaşılması büyük önem taşır. Değişimler ise ancak önceki durumun ne olduğunun, bu noktaya nasıl gelindiğinin ve değişimin nasıl ve nerelerde oluştuğunun anlaşılmasından geçer. Değişimlerin anlaşılması, insanların sorunlarını ve ihtiyaçlarını kendi sözcükleriyle tanımlamalarının da ötesine geçmeniz demektir. Kimi zaman insanların kendilerinin bile farkında olmadığı şeyleri görmeye çalışmanız demektir. Ancak bu şekilde eksiklikleri görmek ve anlamak mümkün olur.

Bu soru ve ihtiyaçların keşfi sadece işin bir kısmını oluşturur. İyi bir pazarlama veya iş fikri yaratmak için ihtiyacınız olan ikinci şey, bu cevaplanmamış soruya veya karşılanmamış ihtiyaca bir çözüm önerisi getirmektir. İşte bu çözüm önerisi sizin bir fikir üretmenizle ilgilidir. Ürettiğiniz iş veya pazarlama fikri, mevcut durumdaki açığı başarılı bir şekilde kapatmalıdır. Bu aşama, Einstein’ın sözünü ettiği “probleme çözüm getiren ilkeleri bulma” aşamasıdır ve ona göre “kuram oluşturmada bizi başarılı kılacak ne bilinen bir yöntem vardır, ne de öğrenimle kazanılabilecek özel bir kafa donatımından söz edilebilir”. Sezginin, yaratıcı hayal gücünün ve keskin zekânın ihtiyaç duyulduğu aşama burasıdır. Aynı zamanda, şans ve tesadüflerin devreye girdiği aşamada burasıdır. Aklınızda bir soru veya sorun vardır ve karşınıza tesadüfî veya şans eseri olarak çıkan bir olayda bu sorunun nasıl çözümleneceğini görüverirsiniz.

Ancak, bu ilişkiyi kurabilmeniz ve çözüm önerisini geliştirebilmeniz için sezgi, yaratıcı hayal gücü, keskin zekâ, şans ve tesadüfler yanında sahip olmanız gereken bir şey daha vardır. O da, kafanızın bu ilişkileri kurmaya hazır olması, yani yeterli bilgi donanımına sahip olmanızdır. Aynı o büyük bilimsel buluşları ortaya çıkartan bilim adamları gibi. Bu bilim adamlarının hayatına baktığımızda, hepsinin çok değişik alanlarda bilgi hatta uzmanlık sahibi olduklarını görüyoruz. İşte bu çeşitlilik, bir yandan sorunların belirlenmesinde bir yandan da soruna çözüm önerisi getirirken kurulan ilişkilerde kendini gösteriyor. Tesadüfler, bu ilişkileri kurabilen kafalarda buluşlara dönüşüyor.

Şimdi tekrar pazarlama ve iş fikirlerine geri dönersek, tüm bu kişisel özellikler (sezgi, yaratıcı hayal gücü, keskin zekâ) ve tesadüflerin yanında bizim de ihtiyacımız olan şey kafalarımızı bu ilişkileri kurmaya hazır hale getirmektir. Bunun için tek ve doğru bir yol olduğunu söylemek büyük bir yanlış olur. Doğduğumuz günden başlar bu süreç ve ölene kadar da devam eder (hatta çoğu zaman, edindiğimiz bilgilerin pazarlamayla ilişkisi olduğunu çok sonraları fark ederiz). Okuduklarımız, gözlemlerimiz, deneyimlerimiz hepsi bu sürecin birer parçasıdır. Yani sadece okullar ve orada edindiğimiz bilgiler yeterli olmaz bu donanımı sağlamak için. Sonrasında da önemli bir çaba gerektirir. Diğer yandan, pazarlama veya iş fikirleri üretmek için sadece pazarlama ya da işletme konularında bilgi sahibi olmak da yeterli olmaz. İnsana ve topluma dair olan her alan (psikoloji, sosyoloji, iktisat, iletişim bunlardan sadece bazıları) pazarlamayla da doğal olarak ilgilidir ve sahip olduğumuz bilgi donanımı içinde yerini almalıdır.

Sonuç olarak, Cengiz'in sözünü ettiği fikirleri bulmak önemli ölçüde sezgiyi, yaratıcı hayal gücünü ve keskin bir zekâyı gerektirecektir. Hatta tesadüfler ve şans da belki çok büyük bir etkiye sahip olacaktır bu süreçte. Ancak, günün birinde karşımıza bir fırsat çıktığını ve buradan da iyi bir iş fikri çıkartılabileceğini anlamamız için yeterli olmayacaktır bunlar. Unutmayın ki, büyük fikirler bunlara hazır olan kafalar için vardır...

Bilimin Öncüleri, Cemal Yıldırım (Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Nisan 2005)

Güncelleme 1: Cengiz'in bu konunun devamını getirdiği yazısını okumak için: Büyük balık (iş fikri) yakalamanın yolu!

Güncelleme 2: Aslında yazımda çok kısa değindiğim (pazarlama dışındaki alanlarda da bilgi sahibi olunması gerektiği) bir konuyu Özge Yılmaz, Tuba Üstüner ile yaptığı röportajında çok güzel bir şekilde ortaya koymuş. Şöyle demiş Özge Yılmaz bu yazısında;

Genel kabul görmüş kavramların sorgulanması her zaman zordur. Sorgulayanlara da hiçbir toplumda iyi gözle bakılmaz. Herkes gider mersine, “acaba bunun tersi nedir” diyebilmek her babayiğidin harcı değildir. Adamın biri kalkıp da “dünya düz değil, yuvarlaktır” demişti ve sonunda başına neler gelmişti. Farklı düşünenebilmek.. Çizginin ötesini görebilmek.. Apple 1997’de “Think Different” derken farklı düşünebilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.

Her zaman sınırlı sayıdaki bu insanları merak etmişimdir. Acaba bu insanları rahatsız eden nedir de genel kabul görmüş şeyleri sorgulayabiliyorlar diye düşünüp dururken Google’dan Tuba Üstüneri buldum.

Tuba Üstüner ise bu süreçte kendisini tetikleyen durumu şöyle özetlemiş;
Harvard’da doktora yaparken hocalarımdan bir tanesi bana demişti ki “Eğer herkesin dediğinden farklı bir şey söylemek istersen, ilgilendiğin konulardan çok farklı konularda ve farklı disiplinlerde gezinmelisin. Tüm yaratıcı fikirler marjinlerde yatar”.

Ben bu öneriyi kalpten takip ettim. Doktoram esnasında işletme fakültesinden olabildiğince uzak durup sosyoloji ve antropoloji bölümünden dersler aldım.

1 yorum:

MOZSARAC dedi ki...

Yazılarınızın bir tiryakisi olarak
okuduğum tüm birbirinden güzel yazılar içinde en müthiş, muhteşem yazılarınızdan birisiydi diyebilirim.Bu kadar iyi yazabilmek için ne kadar çok okumak gerektiğini bildiğimden sizi kutluyorum.Bu kadar birikimli ve donanımlı olmak için ne kadar çaba sarfettiğinizi tahmin ediyorum.Ama, sizde şunu iyi bilin ki pazarlama akademisyenleri arasında ne kadar şöhretiniz olursa olsun, değeriniz ne kadar bilinirse bilinsin esas sizi ilgiyle takip eden ve çok seven bir internet hayranlarınız var ve onlar sizin büyüklüğünüzü çok iyi takdir ediyor.
Saygılarımla
Mehmet Özsaraç
mozsarac
msozsarac