Başarılı bir stratejinin bir planlama sürecinin sonucu olduğunu ortaya koyabilen ilk pazarlamacıya 100 dolar vereceğim...

27 Kasım 2007 Salı

Ben değil tabii. Tom Peters söylemiş bunu. Başarılı bir stratejinin bir planlama sürecinin sonucu olduğunu ortaya koyabilen ilk pazarlamacıya 100 dolar vereceğini söylemiş bir zamanlar. Ancak bu parayı hiç ödememiş.

Selim Tuncer’in “Acaba Andrea bizim yarın nasıl bir plan uygulayacağımızı tahmin ediyor?” başlıklı yazısını okuyunca, aklımı uzun zamandır kurcalayan bir konuyu artık bu sayfada deşmenin zamanının geldiğini düşündüm. Sorunum şu sevgili dostlar; “Stratejik pazarlama planları gerçekten işe yarıyor mu?”

Stratejik pazarlama planlarının asıl amacı, firmaya kalıcı bir rekabet avantajı sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için de bir dizi aşamayı takip ederek pazara ilişkin bazı sayısal analizler yapmak, geleceği başarılı bir biçimde öngörmek, firmanın amaç ve hedeflerini belirlemek ve firmanın uzun vadeli stratejisini ortaya koyduktan sonra da bir sonraki yılın pazarlama planını hazırlamak gerekir. Bu süreç adım adım takip edilecek bir süreçtir ve bir aşama tamamlanmadan bir sonrakine geçilemez. Ayrıca stratejiler en az 5 yıl gibi uzun vadeler için belirlenir. Bu stratejilerin faaliyete dönüştüğü yer ise uygulama planlarıdır. İşte bu nedenle, belirlenen bu stratejiler bir yıllık pazarlama planlarıyla uygulamaya dönüştürülmeye çalışılır.

Elbette bu süreç kısa değildir. Yoğun bir veri toplama ve analiz sürecini içerir. Üstüne üstlük bu analizleri yapmak yetmez, bir de bunları yorumlamak gerekir. Geleceği şimdiden öngörmek gerekir (hem de en az 5 yıl önceden). Bu yeterli olur mu? Elbette ki hayır. Bu yorumlardan yola çıkarak stratejileri belirlemek belki de dünyanın en zor işidir. Yani öyle her sıradan insanın ya da firmanın yapabileceği bir iş değildir bu. Kaliteli insan gücünün yanında finansal güç de gerektirir.

Yıllardır stratejik pazarlama planlarının ne kadar önemli olduğunu okuyup durduk. İşletme okuyanlar, hele de Kotler okumuşlarsa, ezbere bilirler bu süreci. Ben işe başlarken Türkiye’deki büyük firmaların hepsinde bu sürecin yaşandığını, bu işin uzmanları olduğunu ve bu plan dahilinde hareket edildiğini sanırdım. Ne safmışım! Ne planı, ne programı? Bunları gördükçe aklımı kurcalamaya başladı bu iş. Acaba stratejik pazarlama planları gerçekten işe yarıyor mu?

İşte bu sorudan yola çıkarak araştırmaya başladım ve gördüm ki yalnız değilim. Meğer bu soru ne çok insanın aklına takılmış. İsterseniz önce dünyada bu konudaki eleştirilere şöyle kısaca bir özetleyelim.

  • Bu eleştirel yaklaşım, teoriyle uygulama arasındaki uçurumdan kaynaklanmıştır. Bir tarafta, pazarlama planlarının oldukça gerçekçi ve değerli getiriler sağladığını öne süren araştırmalar diğer yanda ise çok az sayıda firmanın literatürdeki anlamıyla stratejik planlamayı kullandığını ortaya koyan araştırmalar bulunmaktadır. Bu durum bir paradoks olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu paradoks da araştırmacıların bu yapıyı eleştirmesine ve yeni çözüm önerileri getirmelerine neden olmuştur.
  • Diğer yandan, yapılan araştırmalar ne yazık ki stratejik pazarlama planlarıyla performans arasındaki ilişkiyi kesin olarak ortaya koymakta yetersiz kalmıştır. Kimi araştırmalar bu ilişkiyi saptarken kimi araştırmalar da hiçbir ilişki bulamamıştır. Yani, stratejik pazarlama planlarının işe yaradığına dair kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Dahası hangi durumlar ya da firmalar için işe yaradığını da söylemek mümkün değildir.
  • Stratejik pazarlama planlarının gelişmeye başladığı ve popüler olduğu dönem 1960’lı yıllara denk düşüyor. Bu dönem aynı zamanda, endüstrileşmiş batı toplumlarının yaşadığı en durağan dönemdir. Amerika bu dönemde 105 ay boyunca büyüme yaşamış ve böylesi bir istikrar tarih boyunca başka hiçbir ülkede görülmemiştir. İşte bu durağan dönemde (ya da sabit büyüme döneminde) stratejik pazarlama planları işe yaramıştır çünkü yapılan gelecek tahminleri hep tutmuştur. Ama dönüp de bugünün dünyasına baktığımızda böylesi durağan ya da istikrarlı ortamlardan söz etmek mümkün değildir. Dünya her dakika inanılmaz bir hızla değişmektedir. Yarın ne olacağını bugünden tahmin edebilmeniz çok zor. Böyle bir ortamda da uzun vadeli stratejik planlar doğal olarak eleştiri konusu olmaktadır.
  • Stratejik planlama elbette ki 1960’lı yıllarda ilk ortaya konduğu haliyle kalmamıştır. Stratejik planlama da bir evrim geçirmiştir. Kendini bugünün koşullarına adapte etmeye çalışmıştır. Ancak, bu değişimdeki asıl sorun şudur; stratejik planlamanın temelleri değişmemiş sadece bu yapıya eklemeler yapılmıştır. Yani rasyonel modele dayanan analitik süreçler hala varlığını korumaktadır. Şekil değişikliği, bu yapıya insani unsurların eklenmesi suretiyle gerçekleşmiştir. Yani stratejik pazarlama planları günümüz koşullarına uyum sağlayacak değişimi gerçek anlamda geçirmemiştir.
  • Getirilen eleştirilerden birisi de stratejik planlamanın birbirini takip eden basamaklardan oluşan bir süreç olmasıdır. Herşeyden önce, işletmenin kendisine bazı amaçlar belirlemesi, kullanabileceği stratejileri sınırlamaktadır. Ayrıca, seçilen her bir amaca ya da hedefe ulaşılabilmesi, yönetimin uygun stratejiler geliştirmesine bağlıdır. Ancak, seçilen amaçların gerçekleşmesini sağlayacak stratejiler her zaman var mıdır? Bu durum bizi, stratejinin mi yoksa amaçların mı önce belirlenmesi gerektiği sorusuna götürmektedir. Aynı sorun, strateji ve taktikler için de geçerlidir. Seçilen her strateji için gerçek hayatta uygulanabilir bir taktik yaratılıp yaratılamayacağı akıllarda bir soru işareti bırakmaktadır. Özetle, sürecin bu yapısı bugünün dünyasının ihtiyaç duyduğu esnekliği firmaya sunmamaktadır.
  • Strateji ve pazarlamaya hâkim olan paradigma, mikro ve endüstriyel ekonomiye dayanmaktadır ve pozitivizm yönelimlidir. Bu yaklaşımın pek çok sonucu bulunmaktadır. Örneğin pazarlama planlamasında kümülatif yaklaşımların karmaşık insan doğasına uygun olup olmadığına bakılmaksızın, segmentler, müşteriler, pazarlar, alıcılar ve tedarikçiler kümülatif bir bakış açısıyla değerlendirilmektedir, analizler bu kümülatif değerler üzerinden yapılmaktadır. Böyle bir yaklaşım ilk adım için oldukça anlamlı olmakla birlikte, sürecin ilerleyen aşamalarında gerçeğin olduğundan daha basit hale getirilmesine sebep olabilecektir. Endüstriyel ekonomi için oldukça geçerli olan bu kümülatif yaklaşımlar ne yazık ki pazarlama alanında her zaman yararlı olamamaktadır.
  • Stratejik planlama için kullanılan analiz teknikleri de sıkça eleştirmektedir. Örneğin, SWOT analizlerinin kullanımının sorunlara yol açabileceğine değinilmiştir. Her bir kutuya düşen madde onu oluşturanların kötümser ya da iyimser bakış açılarından kaynaklanabilecektir. Dahası, bir maddenin firmanın güçlü mü yoksa zayıf yönü mü olduğu ya da çevresel bir unsurun bir tehdit mi yoksa bir fırsat mı olduğu, olaya nereden bakıldığıyla (perspektif) yakından ilgilidir. Her özel durum için, bu matrisin farklı bir kombinasyonu oluşturulabilecektir. Bir süre sonra, aynı madde analizin her iki kutbunda da yer almaya başlayabilecektir.
  • Diğer yandan, strateji oluşturmaya ve planlama yapmaya yetkili olan kişiler de sorgulanmaktadır. Her ne kadar, güncel yaklaşımlarda planlama sürecine yönetimin her kademesinden katılım olması gerekliliği öne sürülse de, bu modelin gizli varsayımları olduğu da ileri sürülebilecektir. Strateji geliştirme veya stratejik planlama sürecine katılabilenler; gerçekleri daha panaromik bir şekilde görmeye, kaynaklara ulaşmaya ve eylemleri uygulamaya yetkisi olan kişilerdir. Ayrıca, bu kişilerin ileri analiz teknikleri ve pazarlama teorisi konusunda da derin bir bilgi birikimine sahip olması beklenmektedir. Pazarlama planlamasının altında yatan gizli varsayım, üst yönetimin stratejileri ve planları gerçekleştireceği, orta ve alt kademe yönetimin ise bunları uygulayacağı yönündedir. Bu varsayım, Fordist görüşün komuta ve kontrol ilkeleriyle örtüşmektedir. Günümüz örgütlerinin düzleşen yapısı ve fonksiyonel birimlerle birlikte yönetim kademelerinin de birbiri içine girdiği esnek bir yapı içinde, stratejik planlamanın bu gizli varsayımını sürdürmek pek mümkün gözükmemektedir.
  • Son olarak, pazarlama alanında ortaya çıkmaya başlayan üç ana temadan bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, ekonomi kökenli yaklaşımlardan davranış kökenli yaklaşımlara kayıştır. İkincisi, genellenebilir teorileri ve tek doğru olasılığını reddeden, durumsallık ve parçalanma fikirlerine içinde yer veren postmodernizmin yükselişidir. Üçüncüsü ise, strateji okullarının düşüncelerinin sentezlenmesi ve birleştirilmesi arayışıdır. Bu üç tema karşısında, stratejik pazarlama planlaması modelinin modernist bakış açısı nedeniyle yeterli olmayacağı görüşü karşımıza çıkmaktadır.

Aslına bakarsanız tüm bu eleştiriler benim aklımdaki soruları da büyük oranda içeriyor. Pazarlar ve bu pazarlar içindeki değişimler, ilişkiler, güç dengeleri ne yazık ki sayılarla ifade edilebilecek veya özetlenebilecek kadar basit değil. Tüm bunları anlayabilmek için sayıların ötesine geçmemiz gerekiyor. Dünya çok büyük bir hızla değişiyor. Bu bizim ülkemiz için de geçerli. Türkiye’de 5 yıl sonrasını tahmin etmek için neredeyse kâhin olmanız gerekiyor. Ne zaman bir kriz patlayacağını bilmek imkânsız.

Diğer yandan pazardaki büyük oyunculara karşı savaşabilmenin yolunun ince güçten geçtiğini söylemekten Selim Tuncer’in dilinde tüy bitti. Görüşlerine kesinlikle katılıyorum ve ekliyorum, ince gücü kullanmanın yolu standart plan ve programlardan geçmez. Pazarlama planları, pazara hükmeden büyük firmaların belki bir işine yarayabilir. Ama ince gücü kullanacakların, içinde bulundukları bağlama uygun, özgün, farklı ve yaratıcı çözümlere ihtiyaçları var. Bu firmaların bir stratejiye ihtiyaçları olmadığını söylemiyorum, elbette var. Ama bunu yapmanın yolunun stratejik pazarlama planlarından geçmediğini düşünüyorum.

Peki, ama stratejik pazarlama planları strateji üretmek için işe yaramıyorsa şimdi ne yapacağız? Bilmiyorum. İşte bu da cevaplanması gereken yeni sorumuz.

Dijital çağda perakende: Superfast kasalar, sanal gerçeklik alışveriş merkezleri, Inter-Virtual bankası ve Safebox

1996 yılında Nigel Cope tarafından yazılan “Retail in the Digital Age” kitabı, 2006 yılında perakendeciliğin nasıl olabileceğine dair bir örnek canlandırma ile başlıyor;

2006’nın Nisan ayında bir Cuma akşamı, Jim Darcy işinden evine dönüyordu. Yarıyolda, Ev Alışveriş Sistemi’nden akşam yemeğini sipariş etmediği aklına geldi. Siparişi araba bilgisayarından veya ev alışveriş sisteminin mini versiyonu olan saatinden vermeyi düşündü ama sipariş asla zamanında yetişemezdi. Kendine kızarak, uzun zamandır yapmamış olduğu bir şeyi yapacağını farketti, yerel mağazalardan birisinde durmak zorundaydı. Mağazalar hala açıktı, bir şişe şarap ve çocukları için de eğlencelik birşeyler alabileceğini düşündü.

Mağazaya vardığında saat 06:45’i gösteriyordu. Eğer acele edebilirse, saat 07:00’de bitecek olan, mağazanın %10 indirimli saatinden yararlanabilirdi. Saat yedi olduğunda, tüm raflardaki dijital fiyat etiketleri otomatik olarak indirimsiz fiyata dönüşüyordu. Girişte bulunan okuyucudan mağaza smart kartını geçirdi. Elektronik bir ses kendisine seslendi; “Merhaba Bay Darcy, mağazamıza hoşgeldiniz. Nike’ın yeni spor içeceği ve Unigamble’ın yeni çamaşır deterjanı olan ZAP’da bugün sizin için bazı özel tekliflerimiz var. Düzenli bir müşterimiz olduğunuz için, 30 USD’nin üzerindeki alışverişlerinizde de ayrıca bir indirim alabileceksiniz.” Jim bir mağaza arabası aldı ve hızlı bir şekilde, akşam yemeğini, bir şişe şarabı ve çocuklar içinde 2 şişe Nike’ın yeni spor içeceğini alarak çıkışa yöneldi.

Çıkışta arabasını “Superfast” kasasından geçirdi. Bu kasa, havaalanlarında bulunan güvenlik kapılarının bir benzeriydi ve tek bir geçişte arabadaki tüm ürünlerin barkodlarını okuyabilmekteydi. Kartı ile ödemeyi yaptıktan sonra otoparktaki arabasına doğru ilerlemeye başladı. İşini o kadar hızlı halletmişti ki aldıklarını arabasına yerleştirmekle görevli olan çocuk arkasından koşmak zorunda kaldı. O anda eski alışveriş günlerini düşündü; kalabalık süpermarketler, uzun kasa kuyrukları, alışveriş arabasından aldıklarını kasada boşaltması ödeme sonrasında onları yeniden alışveriş arabasına koyup parkyerindeki arabasına varınca bunları yeniden boşaltması... Bu adamlar artık aldıkları parayı hak etmeye başlamışlardı.

Eve dönüş yolunda, 3 sene önce sanal gerçeklik eğlence merkezine dönüştürülen eski alışveriş merkezini gördü. Yolların kenarında, yüzyılın başında dijital savaşlarda yenik düşmüş ve şu anda çalışmayan boş süpermarket binalarını ve boş otoparklarına baktı. Pek çoğu dijital değişime ayak uyduramamış, gelişmelerin önemini fark ettiklerinde ise çok geç kalmışlardı. Bugün artık pazarın büyük bir kısmı sanal mağazalar tarafından ele geçirilmişti.

Eve vardığında, garaj kapısı otomatik olarak açıldı. Çocuklar, duvardaki plazma TV’de X-Files’ın tekrar bölümlerinden birisini seyrediyorlardı. Jim, bu televizyonları çok sevmişti. Kullanılmadığı zaman, istediği bir ressamın istediği bir portresi olacak şekilde programlanabiliyordu. Jim, mutfağa gidip aldıklarını buzdolabına yerleştirdikten sonra, ev içi bilgisayar sisteminin ekranını kontrol etti. 3 mesajı vardı. Birincisi, annesindendi ve Pazar günü yemeğe gelip gelmeyeceklerini soruyordu. İkincisi, bankasından gelmişti, Inter-Virtual. Banka kendisinin iyi bir golfçü olduğunu kaydettiklerini ve bankanın yıllık olarak düzenlediği turnuvaya katılmak isteyip istemeyeceğini soruyorlardı. Son mesaj ise SafeBury’dendi.

Mağazalar, müşterilerine ait inanılmaz veri tabanlarına sahiplerdi ve müşterilerinin nereden, nasıl, ne aldıklarını çok iyi biliyorlardı. Smart kartlar sayesinde depolanan bilgiler, mağazaların güçlü bilgisayarları ile analiz ediliyordu. SafeBury, Jim’in Ev Alışveriş Sistemi’ni kullanarak WineDirect’den kaliteli şaraplar aldığını farketmişlerdi. Özel bir tadım için kendilerine katılmak ister miydi? Ayrıca, hoşlanabileceğini düşündükleri bir California Chardonney şarabı için de özel bir indirim öneriyorlardı.

Jim önerilen şarabı inceledikten sonra almaya karar verdi. Şarabı satın alması sadece bir dakikasını almıştı. Ekranda şarabın üzerine gelerek bir dergiden alınmış olan yorumu inceledi. Düzenli bir müşteri olarak SafeBury kredi kart bilgilerini aklında tutuyordu. Banka hesabına ait şifreyi girdikten sonra işlem tamamlanmıştı. Şaraba ait tutar banka hesabından otomatik olarak düşmüştü. Şarap ise en geç 5 gün içinde garajında duran Safebox’a yerleştirilmiş olacaktı. Safebox’ların kullanımı oldukça yaygınlaşmıştı. Çoğu evde bir buzdolabı büyüklüğündeki bu Safebox’lardan bir tane vardı. Bunların içinde, donmış yiyecekler, taze sebze ve meyveler için ayrı derecelerdeki bölmelerden, temizlik malzemelerine kadar pek çok farklı ürün için alanlar bulunuyordu. Kilitli olan bu kutu, SafeBury’den teslimat için gelen çocuk tarafından elindeki şifre ile açılacak ve şarabı yerleştirdikten sonra da yeniden kilitleyecekti.

Jim ve eşi Nancy, haftalık alışverişlerini genellikle elektronik olarak yapıyorlardı ve ürünler Safebox’ın içine yerleştirilerek teslim ediliyordu. Haftalık sabit bir alışveriş listeleri vardı ve her hafta bunun üzerinden alışveriş ediyorlardı. Listeye birşey eklemek istediklerinde, SmartPen aracılığıyla SafeBury ürün listesindeki barkodu seçmeleri yeterliydi. Otomatik olarak ürün listeye ekleniyordu. Ertesi gün siparişleri garajlarında duran Safebox’a teslim ediliyordu, böylelikle aileden birisinin evde olup olmaması bir sorun yaratmıyordu. Jim yeni ekleyeceği ürünler için, genelde SmartPen ve mağaza listesini kullanmayı daha kolay ve hızlı buluyordu. Ancak, karısı Nancy alacağı yeni ürünleri görmeyi ve mağaza içinde gezinmeyi tercih ettiği için sanal gerçeklik başlıklarını kullanıyordu. Bu sistem Nancy’ye ürünlerin besin içeriklerini incelemesine olanak sağlıyordu. Böylelikle eğer isterse ürünü sanal sepetine atabiliyor beğenmedi ise rafa geri koyabiliyordu. Sanal mağaza gerçeği ile aynı şekilde idi. Sanal olarak alışveriş onun için hem eğlence hem de hız sağlıyordu. Bu sistem ile otoparktaki araçların üzerinden uçup mağazanın içine girebiliyor, isterse duvarların içinden geçebiliyordu. Ayrıca, eğer aradığı şeylerin nerede olduğunu biliyorsa tüm koridorları da dolaşmak zorunda kalmıyordu.

Jim, hazır sisteme girmişken, oğlu Sam’in uzun zamandır istediği Oasis CD’sini de almaya karar verdi. Sistemi internet fonksiyonuna çevirdikten sonra, özel bir yazılım olan Sherlock’u piyasadaki en ucuz fiyatı bulması için aramaya programladı. Sherlock’un geri dönmesi bir kaç dakika aldı. Doğrudan satış yapan CDOne isimli yeni bir sanal mağazaydı. CD içinden bir şarkı da örnek olarak dinlenebiliyordu ama oğlu hemen yan odadaydı, duyabilirdi ve Jim bunun bir sürpriz olmasını istiyordu. Jim bu mağazanın düzenli müşterisi değildi ve mağaza Jim’in banka hesap detaylarına sahip değildi. Cüzdanından kartını çıkarttı ve kart okuyucudan geçirdi. CD’nin tutarı o anda banka hesabından düştü.

Jim, mutfaktaki işini bitirip salona geçtiğinde çocukların izlediği X-Files bitmişti. 9 yaşındaki kızı Lucy babasına ne izlemek istediğini sordu. Jim, ne yazık ki hiçbir zaman bu yeni sisteme alışamamıştı. İstediği zamanda izlemek için seçebileceği yüzlerce program vardı; futbol, farlı filmler ve oyunlar. Bazı zamanlarda o eski kanallı televizyonları, Çin yemeği sipariş vermeyi ve yanında bira ile televizyon izlemeyi özlediğini düşündü.

1996 yılı için ne kadar uzak, 2006 yılı için ne kadar yakın bir canlandırma. Bu hikayeyi okuyunca yakın geleceğimizi görür gibi oldum, yaz siz?

Fotoğraflar: Metro Future Store

Kır kabuğunu... Sen de katıl!

“Kır kabuğunu… Sen de katıl!” diyor A. Selim Tuncer. İç Anadolu çocuğuyuz dedik, bulguru o kadar anlattık. Eh eş durumundan da Karadenizli sayılırız. Şimdi fındığa aynı desteği vermezsek ayıp olur, öyle değil mi ya…

İyi kıralım kabuğumuzu ve katılalım, ama nasıl katılalım? A. Selim Tuncer zaten muhteşem bir çözümlemeyle hem sorunu ortaya koymuş, hem de çözüm yolları önermiş. Özgür Alaz yeni eğilimler ışığında farklı öneriler getirmiş. Cengiz, Ali Sağlam ve Masaüstüm’de destek vermişler bu oluşuma. Yemek Bloglarının “Finduk Zamanı” projesi ise içtenliği ve iştah kabartan tarifleriyle zaten inanılmaz. Kaç gündür düşünüyorum, ben nasıl destek verebilirim bu oluşuma diye. Sanırım aradığımı buldum. İşte size dünyadan tarım ürünlerinde birkaç pazarlama örneği. Belki yeni fikirlere vesile olurlar.

(Bu arada, Kolombiya Kahvesi de anlatacağım örnekler arasında yer alıyordu ama sevgili Şahin Tekgündüz benden hızlı davranmış. )

Yeni Zelanda Kiwisi: ZESPRITM

1980’li yıllarda Yeni Zelanda kiwi üretiminde bir numara durumdaydı. Yeni Zelanda, kiwi meyvesinin ilk üreticisiydi ve diğer ülkelere göre çok büyük bir maliyet avantajına sahipti. 1987 yılında dünya kiwi piyasasının %60’ına sahiplerdi. Ancak, elbette ki tüm diğer karlı işler gibi, bu iş de diğer ülkelerin dikkatini çekmeye başladı. İtalya ve Şili de kiwi üretimine başlamıştı. Ancak ne olduysa bundan sonra oldu. Yeni Zelanda kiwi isminin kullanımını yeterli oranda koruyamadı. Yeni Zelanda ile hiçbir bağlantısı olmayan Şili ve İtalya da ürettikleri meyveleri kiwi adı ile satıyorlardı. Sonuçta Yeni Zelanda kiwisi kendisini, daha düşük maliyetlerle üretilen İtalyan ve Şili kiwisinden farklılaştıramadı. Özetle Yeni Zelanda artık piyasa fiyatını oluşturan değil piyasada oluşan fiyata boyun eğen bir konuma gelmişti. Üstelik, bu gidişatın Yeni Zelanda kiwisinin geleceğini de olumsuz etkileyeceği düşünülüyordu. Tek yol, Yeni Zelanda kiwisinin farklılaştırılmasından ve markalaştırılmasından geçiyordu.

Marka stratejisinde amaç Yeni Zelanda Kiwisini diğer kiwilerden farklılaştırarak, dayanıksız emtia kategorisinden çıkartp üst sınıf ve her gün tüketilen bir ürün haline getirmekti. Yapılan araştırmalar, kiwi yiyen tüketicilerin bu meyve için güçlü duygusal bağlar hissettiklerini gösteriyordu. Bu nedenle konumlandırma için “hayata hayat katar” sloganı kullanıldı. Markanın en önemli unsurlarından birisi de Yeni Zelanda’nın doğasıydı. Yani menşei ülkenin ön plana çıkartılması gerekiyordu. Diğer yandan, kiwi her gün ve günün her saatinde ister yemeklerde isterse atıştırmalık olarak yenebilecek bir ürün olarak anlatılıyordu. Araştırma sonuçları, tüketicilerin kiwinin besin değerlerini ve faydasını bilmediğini de gösteriyordu. Reklam kampanyasında bu unsur ön plana çıkartıldı. Yeni Zelanda Kiwisi tüm aile fertlerinin tüketebileceği, eğlenceli, enerji veren ve sağlıklı bir meyve olarak sunuldu tüketiciye.

İşin iletişim tarafında bunlar olurken, ürünün diğerlerinden farklılaştırılması için de yeni ürün çeşitleri ortaya kondu; “Organik”, “Jumbo”, “Gold” ve “Green”. Bu ürünler farklı pazarlara sunulmak üzere geliştirildi. Örneğin Jumbo okul öğrencilerinin yemek çantaları için düşünülmüş. Gold ise Asya’lı tüketiciler için. Altın rengi Asya’da olumlu anlamlar taşıyor. Bu ürün aynı zamanda Asya damak tadına uygun şekilde, daha tatlı (burada sormadan edemeyeceğim, neden tatlı fındık olmasın?). Organik kiwi ise organik üretime önem veren tüketiciler için geliştirilmiş. Kampanya 18-50 yaş arası tüketicileri hedefliyor.

Tüm bu çalışmalar basında önemli oranda yer aldı ve ilgi çekti. Bu çalışmalar sayesinde üreticilere sağlanan geri dönüş ise bir önceki yıla göre %27 oranında artış göstermiş.
Not: Yeni Zelanda benzer marka stratejilerini koyun yünü, deniz ürünleri, süt ürünleri ve şarap için de uyguluyor.
http://www.zespri-europe.com/html/en/index_en.asp

Prosciutto di Parma (Parma Domuz Pastırması)

Avrupa Birliği içinde ün yapmış çiftçi birliği markalarından birisi de Prosciutto di Parma. İtalya’nın Parma adı verilen bölgesinde üretilen bu pastırmaların markalaşma öyküleri ise ilginç. Çünkü Parma’lılar bu pastırmanın sadece ve sadece burada üretilirse o eşsiz lezzete sahip olacağını söylüyorlar. Söylemekle de kalmıyor, Parma domuz pastırmalarının başka bir bölgede üretilmesine izin vermiyorlar.

Bu pastırmanın yapılması için sadece İtalya’nın belirli bölgelerinde yetiştirilmiş domuzlar kullanılabiliyor. Ayrıca, pastırmalar Parma’nın her yerinde de kurutulamıyor. Bölgenin güneyindeki bir alan kulanılıyor bu iş için. Bu bölgenin Roma İmparatorluğu zamanından bu yana pastırma kurutmak için kullanıldığını söylüyorlar. Nedeni ise, bu bölgenin kurutma için en mükemmel iklime sahip olması. Bölgenin öevresindeki dağlardan gelen esintinin, pastırmaya o eşsiz lezzetini verdiğini söylüyorlar. Bu yüzden de kurutma binalarında, bu dağlara bakan ve pastırmaların dağdan gelecek esintiyi almasına olanak veren pencereleri bulunuyor.

Parmesan peyniri de Parma’nın sahip olduğu bir başka marka. Yine aynı şekilde, Parmesan peynirinin Parma dışında üretimi yasak. İkinci kalite veya hava almış peynirlerin Parma’dan çıkartılması da yasak. Bu ikinci kalite parmesanı satın alıp orada tüketebiliyorsunuz sadece.
Hem parmesan peyniri hem de Parma domuz pastırması Parma’nın kalite ve ülke/bölge menşeini kullanarak markalaştırdığı ürünlerinden. Gördüğünüz gibi bir iklim nelere kadir olabiliyor.
http://www.prosciuttodiparma.com/eng/index.php

Hawai Kona Kahvesi: The Love Farm

Bu örnek ise markalaşmadan daha çok niş pazar stratejilerinin nasıl kullanılabileceğine ilişkin yaratıcı bir örnek olay çalışması. Kona kahvesi Hawai’nin batı bölgesinde yer alan Kona’da üretilen ve çok fazla işçilik gerektiren bir kahve türü. Dünyadaki en pahalı kahve türlerinden birisi. Amerika’daki özel kafelerde poundu 50 USD’den satılıyor. Bu yüksek fiyatına rağmen, üreticilerin eline geçen tutar ancak maliyetlerini karşılamaya yetiyor.

The Love Farm ise Kona’daki küçük kahve üreticilerinden birisi. Onu diğer üreticilerden ayıran en önemli özelliği ise yaratıcı niş pazar yönelimi. Bu çiftliğin sahibi Ken Love, Hawai’yi ziyarete gelen Japon turistleri havaalanından alıyor, onlara çiftliği gezdiriyor ve Kona kahvesinin üretim aşamalarını bir bir gösteriyor. Love’ın bu tarım turizmi girişiminin en ilginç yönü ise, bu turistlere bir yıllığına kahve ağacı kiralaması. Evet yanlış duymadınız. Bu çiftliği ziyaret eden turistler, bir yıllığına Kona kahvesi ağaçlarından birisini 1.200 USD’ye kiralayabiliyorlar. Böylelikle, o ağaçtan bir yıl içinde çıkan kahve kendilerine gönderiliyor. Internet aracılığıyla kendi kahve ağaçlarını izleyebiliyorlar ve her istediklerinde de ağaçlarını görmek için Hawai’ye gidebiliyorlar. Kiraladıkları bu ağaçtan aldıkları kahvenin fiyatı ise, Amerika’daki en lüks perakende satış noktalarındaki ile aynı. Yani kahvenin pounduna 50 USD’ye yakın bir bedel ödüyorlar.
http://www.mycoffee.net/index_e.html

İşte böyle sayın okuyucular. Daha onlarca ilginç örnek var tarım ürünlerinin pazarlanmasına dair. Belki bizim Türk Fındığı’nın hikayesi de yemek bloglarının “Finduk Zamanı” projesiyle başlayacaktır. Kim bilir? Belki bir gün bu örnekler gibi Türk fındığının da markalaşma hikayesi anlatılır. Kim bilir? Belki o anlatan da yine ben olurum. Kim bilir?

Hem yemek bloglarına hem de A.Selim Tuncer’e teşekkürler.Türk fındığı kurtulacak.

Yeni Zelanda Kiwisi: ZESPRITM örneği: Michael Beverland (2001). “Creating value through brands: The ZESPRI kiwi fruit case”; British Food Journal103, 6, s. 383

Hawai Kona Kahvesi: The Love Farm örneği: Kent Fleming ve Stuart T. Nakamoto. “Love

Family Farms: Kona Coffee for the Japanese Market”, Western Profi les of Innovative Agricultural Marketing, s. 27

Prosciutto di Parma (Parma Domuz Pastırması) örneği: http://www.extension.iastate.edu/agdm/articles/hayes/HayDec02.htm

Finduk Zamanı projesine katılan yemek blogları (A. Selim Tuncer'in “Maadem finduk zamaaaanidur, yaparik pişuuuyler daaa!” yazısından alınmıştır):
KEDİLİ MUTFAKLAR ÖZGÜL’ÜN SOFRASI YEMEK GÜNLÜĞÜM YEŞİM’İN MUTFAĞI CAN SIKINTISI VE MUZ KABUĞU AİNTAB SOFRASI SUSPECT DEVLETŞAH BENİM KÜÇÜK MUTFAĞIM ZUHAL YALÇIN’IN KARNAVALI EBRULİ LEZZETLER GELİNCİK TARLASI DİLEK’ÇE DAMAK TADI YOGURTLAND AÇIK BÜFE HANİMİŞ HÜLYA YILMAZ ARMEDA HANİFE’NİN TARİFLERİ MUTFAK MASALI MİS KOKULU EKMEKLER MUTFAKTA ZEN LİMON ÇİÇEĞİ PASTACI TUHFE TULOSH’TAN İNCİLER TUZ VE BİBER BİZİM PASTANE GÖÇEBE NENONİ CELERONE YEMEK KOKUSU HİKAYEE ZEYNEP’İN GÜNLÜĞÜ MİSS ÇİLEK PORTAKAL AĞACI BİZİM EVİN AŞÇISI TEATIME BLOG NANE LİMON PONÇİK ZEYNEP’İN MUTFAĞI ERİK BAHÇESİ

Güncelleme:
Altı Üstü Tasarım - Mehmet Doğan'dan da bir destek gelmiş Türk Fındığı'na "Altı Üstü Bir Fındık" yazısıyla.
Pazarlama Karması - Özen Demircan da çok güzel bir yazıyla katılmış fındık kervanına: Finduk-2
Vallahi bu iş fındık çılgınlığına dönüşmeye başlayacak galiba :) Yeni yazılar gelmeye devam ediyor fındığa destek için;
Malum Muhalif "Muhalefet de bir yere kadar!" demiş ve şaşırtıcı bir biçimde A.Selim Tuncer'e o da destek vermiş. Tebrikler sayın Malum Muhalif. Anlamaya başlıyorsunuz bu adamın kıymetini.
Onur Yüksel "Kır Kabuğunu... Sen de katıl! Şişşt sana diyorum..." başlığıyla destek vermiş.
Serdar Öner'in yazısı da çıkalı çok olmuş ama kaçırmışım. Onu da hemen ekliyorum. Findukta birluk!
Son olarak, takip etmediğim ama Malum Muhalif sayesinde haberdar olduğum IQ't de "Türk Fındığı Üzerine" yazısıyla destek vermiş.

Özlediğiniz o paha biçilmez “lezzet” ve iştah kabartan “rayiha” Duru Bulgur’la yeniden sofralarınızda...

Küçükken yaz tatillerinde arasıra babamın köyüne giderdik. İlginç gelirdi bize oralar ve her gittiğimizde deliye dönerdik. Ama öyle doğası ve havası muhteşem bir yer hayal etmeyin sakın. Bildiğiniz Anadolu köyü işte. Yazın kuru sıcağında çevre toz toprak, ortalıkta birkaç yeşil ağaç ve mis gibi! tezek kokusu. Önünden bir çay geçerdi evin. Biz niye mi deliye dönerdik buraya gidince? Çünkü ne kadar hayvan varsa ortalıkta olurdu ve tabi biz de onların peşinde. Tavuklar, kazlar, kediler, köpekler, civcivler, koyunlar, kuzular... Aklınıza ne gelirse artık. O yaz sıcağında hayatı bu hayvancıklara zindan ederdik. O günleri düşününmek bile güldürüyor şimdi beni. Mesela kaz sürüsü tarafından kovalanmak en sevdiğim eğlencelerden birisiydi. Hem ödüm patlardı hem de o kovalamacanın heyecanını yaşamak için gider gider rahatsız derdim çayda yüzen kazları. Sonra da zor atardım kendimi evin içine.

Köyde geçirilen günlerin en güzel yanlarından birisi de yemek saatleriydi. Gerçi o zamanlar eve girip yemek yemek işkence gibi gelirdi bize ama bir kez sofranın başına oturunca da kalabalık yenen o yemeklerin keyfi bir başka olurdu. O günlerden aklıma kazınmış olan tatlardan birisi de bulgur pilavıdır. Bir başka olurdu o tereyağında pişmiş sebzeli bulgur pilavının tadı*. Yanında da buz gibi ayran (gerçi buzdolabı da yoktu ama o ayran nasıl buz gibi olurdu onu çok hatırlamıyorum). Artık sokaklarda sürtmenin verdiği açlıktan mıdır yoksa kalabalıkta daha mı tatlı oluyordu bilmiyorum ama bulgur pilavının tadı da yemenin keyfi de hiç o günlerdeki gibi olmadı bir daha. Ta ki geçenlerde yediğim bir pilava kadar. Bir ödevim için tarım ürünleriyle ilgili üretim yapan bir firmayla görüşmem gerekiyordu. Sağolsun Selim Tuncer aracılık etti de Duru Bulgur’un sahibi İhsan Bey’le görüşme imkanım oldu. İşte bu görüşme sonrasında bize ikram ettikleri bulgur pilavı beni aldı, çocukluğumun o köy günlerine geri götürdü. Ben de hem yardımlarından dolayı kendilerine teşekkür etmek hem de sizlerin de Duru’yu tanımanız için hikayelerini buraya taşımaya karar verdim.

Tüm dünyada geleneksel gıda ürünlerinin modern arz biçimleriyle süpermarket raflarında, modern kent insanın beslenme kültürü içinde yerini aldığını biliyoruz. Bu tür gıda ürünlerinin, ülkemizde henüz geleneksel üretim ve arz biçimlerinin kısır döngüsünden kendini kurtaramadığını, kentli tüketici kitle algısına hitap edemediğini söyleyebiliriz.
Bulgur yüzyıllar boyunca Anadolu sofralarının en temel besin kaynaklarında biri olmuştur. Özellikle Güney-Güneydoğu, Doğu Anadolu ve Orta Anadolu bölgelerinde bulgurun tüketimi oldukça yoğundur. Yine bu bölgelerde, bulgurla yapılan yemeklerin sayısı da oldukça fazla. (Işık, 2006, s.8) Ancak, bulgur bu denli eski tarihine ve Anadolu mutfağındaki payına rağmen, ne yazık ki, kent sofralarında hak ettiği ilgiyi görememiş, hatta unutulmuş ve çoğunlukla köylü yemeği olarak algılanmış bir besin maddesi...

Türkiye’de bulgurun bu konumuna karşın, dünya, bulguru yeni yeni keşfetmeye başlıyor. Son yıllarda yapılan araştırmalar, bulgurun pirince göre üstün özelliklerini, insan beslenmesi ve gelişimi için önemini ortaya koyuyor ve beslenme piramidi içinde bulgurun önemli bir yer edinmesini sağlıyor. Tüm bu gelişmeler, yeterince etkili olmasa da Türkiye’de de bulgurun öneminin dile getirilmesine bir başlangıç oluyor.

Türkiye, dünyanın en büyük bulgur üreticisi olmasına karşın, ne yazık ki pazarda çok etkili firmaların olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak, bu firmaların içinden bir tanesi, vizyonu ve pazarlama yaklaşımları ile ön plana çıkıyor ve son dönem basında da kendinden söz ettiriyor; Karamanlı İhsan ve Emin Duru kardeşlerin sahibi olduğu ve tam yetmiş bir yıldır bulgur işinde olan Duru Bulgur.

Firma, son beş yıl içinde çok önemli atılımlar gerçekleştirmiş ve bulgurun sadece Türkiye’de değil, başta AB ülkeleri olmak üzere, tüm dünyada tanıtımı için uğraşmış. Bu çabalarına hâlâ da devam ediyor. Pazarda farklı uygulamaları ile kendisini gösteren ve önümüzdeki dönemde de yeni projelere imza atmayı planlayan Duru Bulgur, bu özellikleri nedeniyle, incelenmeye değer bir firma.

Kimdir Duru Bulgur?

Bulgur ticaretinin ilk başladığı il Karaman. Karaman’da bulgurun ticari olarak üretimi, buradaki askeri birliğin talebi ile başlıyor. Ordunun alımlarını karşılamak için, bazı tüccarlar satın aldıkları buğdayları evlerde kaynattırıp, daha sonra bunları taş değirmenlerde çektirip çuvallarla askeriyeye satıyorlar. Bir süre sonra, bölgede küçük imalathaneler kuruluyor ve evlerde yapılan üretim, bu imalathanelere kayıyor. Bu dönemde Ağadeğirmen Vadisi olarak adlandırılan bölgede yaklaşık yirmi sekiz imalathane kuruluyor. İşte Duru Bulgur’un kurucusu olan Ziya Duru da işe ilk olarak böyle başlıyor. Firma 1935 yılında kuruluyor. O dönemde, Duru Bulgur’un sahibi olduğu eski imalathane yıllık 600 ton buğday işleme kapasitesine sahip. Üretim ise neredeyse tamamen emek yoğun bir yapıda.

Duru Bulgur, 1988 yılında şirketleştikten sonra, Organize Sanayi Bölgesi’nde, şimdiki fabrikanın temelleri atılıyor. 1990 yılından bu yana da, 30.000 m² açık, 13.500 m² kapalı alanı olan bu fabrikada faaliyetlerine devam ediyor. Firma, 1997 yılına kadar üretimine küçük kapasite arttırımları ile devam ediyor, 1997 yılında yapılan yatırımlar sonrasında ise kapasitesini önemli ölçüde artırıyor. İhsan Duru, mevcut fabrikanın, Türkiye’nin en modern ve en ileri teknolojisine sahip fabrikası olduğunu belirtiyor.

Duru Bulgur’un günlük üretimi yaklaşık 100 ton civarında. Yıllık üretim ise 20.000 tonu geçiyor. (Türkiye’de üretilen 1.000.000 ton bulgurun yaklaşık %50’si evlerde yapılıyor. Bu nedenle, endüstriyel anlamda üretim miktarının yıllık yaklaşık 500.000 ton civarında olduğu tahmin ediliyor.) Ancak, iç ve özellikle de dış piyasadan gelen talebe karşılık kapasite yetersiz kaldığından yeni bir tesisin inşası için çalışmalar devam ediyor. İhsan Duru, bu yeni fabrikanın, sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın gıpta ile bakacağı bir teknolojiye sahip olacağını iddia ediyor.

Hasat sonrası bir şenlik başlar köylerde

Duru’yu farklı kılan unsurlara geçmeden önce burada kısa bir ara verelim ve birlikte bulgurun nasıl üretildiğine bir bakalım isterseniz. Türkiye’de tüketilen bulgurun neredeyse yarısına yakını hâlâ evlerde yapılıyor. Hasat sonrasında köylerde bir şenlik havasında başlıyor bulgur yapımı. Önce buğdaylar kaynatılıyor ve bezlerin üzerine serilerek güneşte kurutuluyor. Kurutulmuş buğdaylar taş değirmenlerde öğütülüyor. Daha sonra da çeşitli incelikte eleklerden geçirilerek iri kısım pilavlık, ince kısım ise köftelik bulgur olarak ayrılıyor. Hazırlanan bulgurlar ise bez torbalarda yada toprak küplerde, yıl boyunca tüketilmek üzere serin yerlerde saklanıyor.

Bulgurun endüstriyel anlamda üretimi de, bu geleneksel üretime benzer aşamalardan geçiyor. Türkiye’de genel olarak iki tür bulgur üretimi yapılıyor. Bunlardan ilki olan Karaman tipi üretimde bulgur kurutulduktan sonra tavlanıyor ve daha sonra taş değirmenlerde hem kabuğu soyuluyor hem de kırılıyor. İkinci sistem olan Antep tipi üretimde ise bulgur pişirilip kurutulduktan sonra taş değirmenler yerine diskli veya çekiçli değirmenlerde kırılıyor. Yani Antep tipi ile Karaman tipi arasındaki en önemli fark, bulgurun kırılması aşamasında meydana geliyor. Diğer yandan, geleneksel üretime göre endüstriyel üretimde karşımıza çıkan en önemli farklılıklardsan birisi de kurutma aşaması. Geleneksel yöntemde, güneşe serilerek kurutulan bulgur, gelişmiş üretim sistemleri içinde havalandırma kuleleri içine serilerek kurutuluyor.

Bulgurun kalitesi için en önemli unsurlardan birisi de hammadde, yani buğday. Bulgur yapımı için uygun buğday türünün kullanılması gerekiyor. Bulgur yapımına en uygun buğday türü ise Triticum durum. Sert ve kırılgan yapıdaki durum buğdayının taneleri camsı bir özelliğe sahip ve öğütüldüğü zaman ekmeklik buğday taneleri gibi un haline gelmiyor, cam gibi parçalanıyor. Bu nedenle de kaliteli irmik, bulgur, makarna yapımında kullanılan tek buğday türü durum buğdayı. Türkiye`de durum buğdayı Konya, Karaman, Urfa, Gaziantep, Diyarbakır, Erzurum, Haymana, Eskişehir ve Kayseri`de yetiştiriliyor.

Taş değirmenin tadı da kokusu da farklıdır

Duru’nun üretim süreci en kaliteli buğdayların seçimiyle başlıyor. Firmanın bulunduğu bölgede çok yoğun bir şekilde sert buğday ekildiği için firma hammadde bulmakta sorun yaşamıyor. Ancak, buğdayların satın alınmasında çok dikkatli incelemeler yapılıyor. Önce gözle, sonra da laboratuvarda kalıntı madde ve kalite kontrolleri yapılıyor. Ayrıca Duru, kaliteli buğdaya daha yüksek fiyat vererek çiftçiyi de daha kaliteli buğday üretmesi konusunda teşvik etmeye çalışıyor. İhsan Duru, kaliteli ürüne daha yüksek fiyat ödemenin karşılığını aldıklarını söylüyor.

Hammaddeye verilen önem, üretim süreçlerinde de devam ediyor. Duru Bulgur’un en çok önem verdiği konuların başında, ürünün ve üretimin kalitesi geliyor. Bu nedenlei firma Türkiye’de ISO 9001:2000 Kalite Yönetim Sistemleri ve HACCP Gıda Güvenliği ve Hijyeni belgesi almaya hak kazanan ilk firma.

İhsan Duru, üretimde kullanılan teknoloji bakımından fabrikanın Türkiye’deki en gelişmiş üretim tesisi olduğunu belirtiyor. Üretim, Karaman tipi üretim yöntemiyle gerçekleştiriliyor. Bu noktada, İhsan Duru daha önceki dönemlerde hem Gaziantep tipi kesme yöntemini denediklerini hem de Almanya’da kesim yaptırdıklarını, ancak bunların hiçbirinde taş değirmen kalitesini, tadını ve kokusunu yakalayamadıklarını belirtiyor. Bu nedenle de babadan öğrendikleri taş değirmenlerde bulguru kırma yöntemine devam ediyorlar. Firmanın en önemli farklılıklarından birisi zaten modern üetim sistemine entegre ettikleri taş değirmenler. Taş değirmen kullanımının zaten bulgur yapımında kullanılan en eski teknik olduğunu belirten İhsan Duru, bulguru taş ile kırmanın, bulgura asıl tadını ve kokusunu verdiğini belirtiyor. Ayrıca, fabrikada bulunan taş ayırıcılar sayesinde, kırma sırasında kopan ve bulgura karışan taşların da, artık neredeyse sıfır hata ile ayrıştırılabildiğini belirtiyor.

İhsan Duru, üretim konusunda müşterilerinden de önemli geri bidirimler aldıklarını söylüyor. Bir dönem İzmir’de Antep yemekleri sunan bir restorandan bir telefon gelmiş: “Aman dikkat edin, bulgurun kalitesinde bir sorun var, pilav eskisi gibi olmuyor.” demişler. Fabrika alarm durumuna geçirilmiş. Bakmışlar ki fabrikadaki elekler değiştirilirken bir sorun oluşmuş ve bir kısım bulgur daha kalın çıkmış. Bunun üzerine hemen gerekli düzeltmeler yapılmış. Diğer yandan Karamanlı ev hanımları da yöresel bir yemek olan ‘batırık’ yaparken ince bulgurun kalın kaçtığından şikayet etmişler. Duru hemen gerekli düzenlemeleri yapmış. Sonra da ev hanımlarından kalitenin sağlandığı yönünde onay alarak üretime devam etmişler.

Güven Borça ve A. Selim Tuncer işe karışınca

Duru Bulgur, bugünün dünyasında kazanmak için sadece iyi üretim yapmanın yeterli olmadığının da farkında. Bu nedenle 2001 yılında konumlandırma ve markalaşma çalışmalarına başlıyor. Hemen hemen aynı dönemlerde Güven Borça ve Mass reklam ajansıyla konu üzerinde çalışmaya başlıyorlar.

Önce A. Selim Tuncer’le marka görsel kimliğinin değişimi ve reklam için görüşülüyor. Görüşme esnasında Tuncer, kentli tüketici için bulgurun yeniden konumlandırılması gerektiğine işaret ediyor. Sonra marka danışmanlığı konusunda Güven Borça’yla bir görüşme yapılıyor. Borça da ajansta yapılan görüşmeden habersiz olarak benzer yaklaşımları gündeme getirince önemli bir görüş birliği oluşuyor.

Kollar sıvanıyor ve Duru markası için bir yol haritası çıkartılıyor. Firma beş senedir çizilen bu yol haritası üzerinde ilerleyerek markalaşma ve konumlandırma çalışmalarını sürdürüyor.
Bu çalışmalar kapsamında öncelikle bir SWOT analizi hazırlanıyor. Bu çalışmada, bulgurun kentli tüketiciler tarafından yeterince tanınmadığı, hatta bulgurla ilgili şişmanlattığı şeklinde yanlış bilgilere sahip olunduğu ve pazarlama iletişiminden yeterince yararlanılamadığı gibi sonuçlar çıkıyor. Bunlara, son dönemde bulgurun hem çok sağlıklı hem de çok besleyici olduğunu kanıtlayan araştırmalar ve Duru Bulgur’un taş değirmenler kullanarak ürettiği bulgurun lezzet ve kalite açısından piyasadaki diğer ürünlere göre üstünlüğü de eklenince, Duru Bulgur’un kentli sofralarında yaygınlaştırılmasına yönelik bir hedef belirleniyor.

Kentli hedef kitle arasında yapılan gözlem ve araştırmalar şöyle bir gerçeği ortaya çıkarıyor: Yaş segmenti olarak bulguru tanıyan ve lezzetini bilen kitle, fabrikalarda çelik değirmenlerde kırılarak üretilen ve paketlenerek satılan bulgurlarda o eski lezzeti bulamadığı için bulgurdan uzaklaşırken, daha yeni jenerasyon bulguru köylü yemeği olarak algılıyor.

Bu veriler ve yukarıdaki hedefler doğrultusunda da ortaya “Bulgurun Kentlileştirilmesi Projesi” çıkıyor. Bu proje ile kentli hedef kitlenin bulgur algısını değiştirmek, bulgurun yeniden sofralara taşınmasını sağlamak amaçlanıyor. Yani; “Anadolu taş değirmen bulgurunun eşsiz lezzeti, Duru Bulgur’la tekrar sofranızda...” mesajını vermeye odaklanıyor Duru.

İlk aşamada, Duru Bulgur’un logosu ambalaj tasarımları değiştiriliyor. Bu dönemde firma, özellikle yurtdışındaki bayilerinden ambalajlarını değiştirmemeleri gerektiği, aksi taktirde ürünlerini satamayacakları yönünde tepkiler alıyor. Ancak, değişim sonrası satışlar daha da artıyor ve Duru Bulgur yeni görüntüsüyle Avrupa’da tam anlamıyla bir marka haline geliyor. İhsan Duru, bu başarıları nedeniyle Avrupa’da “Dudu” ismi ve benzer ambalajlarla taklit edildiklerini, ama zamanında önlem alarak hemen bu taklit ürünleri toplattıklarını belirtiyor.

Bunu izleyen dönemde ise basın ilanları ve televizyon reklamları geliyor. Reklam stratejisinde ise şu mesaj verilmeye çalışılıyor:

“Özlediğiniz o paha biçilmez “lezzet” ve iştah kabartan “rayiha” Duru Bulgur’la yeniden sofralarınıza gelmektedir... Çünkü Duru Bulgur, diğer sanayi ürünü bulgurlar gibi çelik merdanelerde değil, yüzyıllardır olduğu gibi taş değirmenlerde öğütülüyor. Besin değerini, eşşiz lezzetini ve baştan çıkarıcı rayihasını sonuna kadar koruyor. Şimdi sofralarınızda buram buram bulgur, buram buram lezzet var”.

Tadına bakan lezzet farkını hemen anlıyor

İhsan Duru, kentlerde oturan insanların, yemek alışkanlıklarının da giderek farklılaştığını ve bulgurun tadını, nasıl bir şey olduğunu unuttuklarını belirtiyor. İşte buradan hareketle de Duru’nun tattırım aracı projesi doğuyor. İstanbul'da her gün bir büyük marketin önünde tattırma aracı bulundurduklarını anlatan İhsan Duru, “Bunun için özel bir araç hazırladık. Kırmızı renkte göz alıcı bir araç. Üzerinde bulgur yemeklerinin görüntüleri var. Aracımız her sabah bir markete gidiyor. Aşçımız öğlene kadar bulgur yemekleri hazırlıyor ve özel Duru tabaklarında hazırladığı bu yemekleri markete gelen müşterilere tattırıyor." diyor. İstanbul'da gezilmedik market bırakmadıklarını söyleyen İhsan Duru, çok olumlu tepkiler aldıklarını, hatta bu işe ilk başladıklarında marketlerden kendileri talep etmelerine karşın artık marketlerin kendilerini arayarak araç talebinde bulunduklarını söylüyor. (Görüşmemiz sırasında araç Karadeniz’de tattırım turlarına devam ediyordu.)

Projelerden bir diğeri de içinde 110 tarifin bulunduğu Bulgur Yemekleri kitabı. Aslında kitap ilk olarak Duru Bulgur’un katkılarıyla 2003 yılında 5.000 adet olarak basılıyor. Ancak, hem kitabın literatüre girmesi hem de isteyen hnerkesin ulaşabilmesi amacıyla, kitap Akfa Basım tarafından 2006 yılında yeniden basılıyor. Ayrıca, kitabın pek çok yabancı dile çevrilerek yurtdışına da gönderilmesi konusunda çalışmalar devam ediyor. Diğer yandan, bu kitap çalışması paralelinde, Duru Bulgur büyük çaplı ulusal gazete ve eklerinde bulgur ile ilgili yemek tarifleri de veriyor.

Avrupa’yı fethetmiş, Amerika pazarının da yolunu yarılamışlar

Duru Bulgur üretiminin %50’sini yurtdışına ihraç ediyor. Duru Bulgur’un yurtdışındaki en büyük pazarı ise AB’de Türk nüfusunun yoğun olduğu ülkeler. Başta elbette Almanya geliyor. Ancak, zaman içinde AB ülkelerindeki diğer ülkelerden de talep aldıklarını belirtiyorlar. Özellikle Arap nüfusun yoğun olduğu İngiltere ve Fransa’nın kendileri için çok çekici pazarlar olduğunu söylüyorlar. Mevcut durumda Avrupa’da en çok bilinen ve satılan bulgur Duru. İhsan Duru Avrupa’ya 10.000 ton bulgur sattıklarını ve orda bir marka olduklarını söylüyor. Hatta bir Türk marketi kurmak için Duru Bulgur’un olmazsa olmaz markalar arasına girdiğini de ekliyor.

Ayrıca, Amerika’nın ithal ettiği bulgurun %50’sini Duru gönderiyor. Avustralya, Kıbrıs ve Libya’ya da ihracatları var.

Duru Bulgur yurtdışında da tanıtım çabalarını sürdürüyor. Özellikle televizyon reklamları ile birlikte dizilere de sponsor oluyor.

İhsan Duru hiç duracağa benzemiyor

İhsan Duru hem inanılmaz bir enerjiyle dolu hem de vizyon sahibi bir yönetici. Aklında sürekli yeni projeler var. Bunlardan en yakın zamanda gerçekleşecek olanı ise Türkiye pazarında olmayan yeni bir ürünün sunumu. (Görüşme sırasında ürünler için son testler devam ediyordu.) “Bulgurun Kentlileştirilmesi Projesi” kapsamında, piyasaya daha küçük gramajlarda, kurutulmuş sebzeli ve mercimekli bulgur ürünleri sunma hazırlıkları içindeler. Bu ürünlerin içinde katkı maddesi kullanılmayak. İhsan Duru, sadece yağ ve su eklenerek kolayca yenmeye hazır hale gelecek bu ürünlerin pazarda kendilerine çok büyük bir farklılık sağlayacağını belirtiyor.

Duru Bulgur “Bulgurun Kentlileştirilmesi Projesi” kapsamında iki yeni kitap için de çalışmalarına devam ediyor. Bunlardan birisi, bir diyetisyenle birlikte yürütülen ve bulgurun tanıtılmasına yönelik bir kitap. Diğeri ise, sıcak yaz günleri için hazırlanan, Bulgurlu Yaz Yemekleri kitabı.

Firma ayrıca organik tarım ve organik bulgur üretimine de girmeyi planlıyor. Bu amaçla, yaklaşık iki yıl önce gerekli belgeleri almış olan firma, Hazine’den arazi talep etmiş. Ancak, gerekli olan araziler mera kapsamında olduğundan, henüz istenilen büyüklükteki arazi arayışları devam ediyor. İhsan Duru, bu konudaki tüm çalışmaları yaptıklarını hatta iki sene öncesinden organik hayvancılığa da başlayarak, organik gübre elde ettiklerini, arazinin sağlanması durumunda bir yıl içinde organik bulgur üretimine başlayabileceklerini belirtiyor.

İhsan Duru, önümüzdeki dönemde hem dünyada hem de Türkiye’de bulgur pazarının çok büyüyeceğini ve kendilerinin de bu pazar içinde önemli oyuncu olmayı hedeflediklerini söylüyor.

Kendisinden aktaracağım şu sözler aslında hiç de yanılmadığını bize gösteriyor; “Büyük hedeflere ulaşmak için mütevazı bütçelerle yola çıktık. Ama bizimle çalışan herkes ürünümüzü gördü ve güvendi. Güven Borça, Selim Tuncer, çalışanlarımız, müşterilerimiz hepsi Duru Bulgur’u tadıp beğendiler, farkını anladılar ve hem bize hem de ürünümüze güvendiler, inandılar. Bu ortak inanç elbette çalışmalarımızın verimliliğini önemli ölçüde artırıyor.”

Sanırım ben de onlara inanıyorum :)

* Duru Bulgur’la görüşmemizden sonra babamla sohbet ederken bu konu açıldı. Meğer bizim köydeki bulgur pilavının sırrı kendi ektikleri Laleköse isimli bir buğdayda saklıymış. Bu cinsin başaklarında hiç kılçık olmazmış. Bu yüzden de ismine “köse buğday” ya da “Laleköse” denirmiş yörede (fabrikalarda bu buğdaş 13 melez olarak biliniyormuş). İşte bu buğdaydan, evde yapılırmış köydeki bulgurlar. Tadı da kokusu da bir başka olurmuş bu bulgurun. Ama Laleköse buğdayının verimi çok düşük olduğu için şimdilerde hemen hemen hiç ekilmiyormuş.
Bu yazı, Duru Bulgur’un sahibi İhsan Duru ve reklam ajansları Mass Agency’nin başkanı A.Selim Tuncer ile 2 Haziran 2006 tarihinde firmanın İstanbul ofisinde yapılan görüşmede alınan bilgilerle, Tarımsal Ürün Pazarlaması dersi için hazırlamış olduğum firma incelemesi ödevimin özetidir.

Son olarak Portakal Ağacı'na da fotoğraflarını kullanmama izin verdiği için teşekkür ediyorum. Hazır bu kadar bulgurdan bahsetmişken, canı çekenler hemen Portakal Ağacı'na uğrayıp, yukarıda gördükleri nefis sebzeli bulgur pilavı ve kısırın tariflerini alabilirler.

Yılın en merak edilen konusu: Fokus grup aslında nedir?

Bugün eski ödevlerin arasında gezinirken Malhotra'nın kitabından yaptığım bir çeviriyi buldum. İşte Malhotra'nın ağzından fokus gruplar.

Fokus gruplar, uygulamada en çok kullanılan nitel veri toplama yöntemidir. Fokus grup, eğitimli bir moderatör yönetiminde, doğal olmayan bir ortamda, küçük bir grupla yapılan görüşmedir. Moderatör tartışmayı yönlendirir. Fokus grupların asıl amacı, uygun hedef kitleden oluşan bir grubun, araştırmacının ilgi duyduğu konu üzerine yaptığı tartışmaları dinleyerek, konu hakkına derin bir anlayışa sahip olmaktır. Tekniğin asıl değeri, grubun serbest uçuş tartışmalarından ortaya çıkan beklenmedik bulgularında yatmaktadır.

Bir fokus grup genellikle 8–12 kişiyi kapsar. Sekiz kişiden az gruplar, başarılı bir oturum için gerekli olan grup dinamiklerinin ve ivmenin ortaya çıkması için yeterli değildir. Benzer şekilde, 12 kişinin üstündeki gruplar ise, uyumlu ve doğal bir tartışma için fazla kalabalıktır. Bir fokus grup, demografik ve sosyo ekonomik özellikleri açısından homojen olmalıdır. Ayrıca katılımcılar, belirli koşulları taşıdıklarından emin olmak için dikkatlice incelenmelidir. Katılımcılar, tartışılacak konu ya da nesne hakkında uygun deneyimlere sahip olmalıdır. Çok sayıda fokus grup çalışmasına katışmış kişilerden kaçınılmalıdır. Bu kişiler, bir anlamda profesyonel katılımcılar haline gelmişlerdir ve önemli geçerlilik sorunlarına sebep olabilirler.

Fokus grupların fiziksel ortamları da oldukça önemli bir konudur. Rahatlatıcı ve resmi olmayan ortamlar spontan yorumların çıkmasına yardımcı olabilecektir. Fokus gruplar genellikle 1,5–2 saat sürmekle birlikte, bu süre 3 saate kadar çıkabilmektedir. Fokus grup görüşmeleri, daha sonraki çözümleme ve analizler için videoya kaydedilmektedir. Video çekimleri katılımcıların yüz ve vücut hareketlerini incelemek açısından oldukça yararlı olmakla birlikte beraberinde maliyetleri de arttırabilmektedir. Aynı zamanda, fokus gruplar katılımcıların göremedikleri ve bir aynanın arkasına gizlenmiş bir odadan izlenebilmektedir (fokus grup katılımcılarına, hem kameraya kaydedildikleri hem de bu odadan izlendikleri konusunda bilgi verilmektedir).

Fokus grupların başarısında moderatörler önemli bir role sahiptir. Moderatör, katılımcılarla dostça bir ilişki kurmalı, tartışmanın ilerlemesini sağlamalı ve katılımcıları belirli bir anlayışı ortaya çıkartacak şekilde yönlendirmelidir.

Fokus gruplar, bu standart uygulamaların değişik varyasyonlarını kullanabilirler. Bunlardan bazıları şöyledir;

İki yönlü fokus gruplar: Bu yöntemde bir hedef grup ilişkili bir başka grubu dinler ve bazı şeyler öğrenir. Örneğin, bir grup doktor, arteritli hastaların tedavi yöntemlerini tartıştıkları bir grubu dinler. Daha sonra bu tartışmayı dinleyen doktorlarla ayrı bir fokus grup çalışması yapılır.

İki moderatörlü gruplar: Fokus grup içinde iki moderatör vardır. Bunlardan biri, oturumun akışından diğeri ise önemli konuların tartışılmasının sağlanmasından sorumludur.

Düello yapan moderatörler: Burada da iki moderatör vardır ancak bu moderatörler tartışılan konunun zıt kutuplarında konumlanırlar. Bu sayede, bir konunun her iki yönü de incelenmiş olur.

Katılımcı-moderatör gruplar: Moderatör, grup dinamiklerini harekete geçirmek için katılımcılardan birisinin geçici bir süre moderatör gibi davranmasını ister.

Mini gruplar: Bu gruplar bir moderatör ve 4–5 katılımcıdan oluşurlar. Bu gruplar, incelenen konunun daha detaylı bir sondalama gerektirdiği ve bunun 8–12 kişilik gruplarla mümkün olmadığı durumlarda kullanılır.

Tele oturumlu gruplar: Telefon aracılığıyla yapılan oturumlardır.

Online fokus gruplar: Internet ortamında gerçekleştirilen bu fokus gruplar da giderek yaygınlaşan bir türü oluşturmaktadır.

Fokus gruplar diğer veri toplama yöntemlerine göre pek çok avantaja sahiptir;

  • Sinerji: Tek kişilik görüşmelere oranla, bir grup insanın ortaya çıkartacağı bilgi, anlayış ve fikir daha çok olacaktır.
  • Kartopu etkisi: Bir kişinin ortaya attığı yorum diğer katılımcıların zincirleme reaksiyonlarını tetikleyecektir.
  • Uyarım: Genellikle kısa bir giriş aşamasından sonra, grup heyecanı arttıkça, katılımcılar kendi fikirlerini belirtme ve hislerini paylaşma isteği duyacaklardır.
  • Güvenlik: Katılımcıların hisleri diğer grup üyeleri ile benzer olacağından, katılımcılar duygu ve düşüncelerini ifade ederken kendilerini daha rahat hissedeceklerdir.
  • Kendiliğinden olma: Katılımcıların belirli soruları cevaplaması istenmediğinden, tepkileri spontan olabilmektedir. Bu durum katılımcıların görüşleri hakkında doğru fikirler sağlayabilmektedir.
  • Beklenmedik şeyler bulma şansı: Kişisel görüşmelere oranla fokus gruplarda beklenmedik fikirlerin ortaya çıkma olasılığı daha fazladır.
  • Uzmanlaşma: Çok sayıda katılımcı olması nedeniyle, iyi eğitimli fakat pahalı görüşmeciler kullanılır.
  • Yapı: Grup görüşmelerinin yapısı esnekliğe olanak sağlar.
  • Hız: Birden fazla katılımcıyla aynı anda görüşüldüğünden, veri toplama ve analiz süreçleri daha hızlıdır.

Diğer yandan fokus grupların dezavantajları ise şöyle özetlenebilir;

  • Hatalı kullanım: Sonuçların keşifsel bulgular yerine kesin bulgular olarak değerlendirmek, fokus gruplarının hatalı kullanımına neden olabilmektedir.
  • Yanlış fikir edinmek: Fokus grup sonuçları, diğer veri toplama yöntemlerinden elde edilen sonuçlara nazaran daha fazla yanlış anlaşılabilmektedir.
  • Yönetim: Fokus grupları yönetmek oldukça zordur. Çalışmanın kalitesi büyük oranda moderatöre bağlıdır.
  • Dağınıklık: Yanıtların yapısal olmaması kodlama, analiz ve yorum süreçlerini zorlaştırmaktadır. Bu da fokus grup verilerinin dağınık olmasına sebep olmaktadır. Örneğin, 90 dakikalık bir görüşme, 30 sayfalık bir görüşme raporuna dönüşebilmekte ve bu rapor içinden önemli sonuçları çıkarmak zor ve zaman alıcı bir iş olmaktadır.
  • Temsil sorunu: Fokus grup çalışmaları toplumun genelini temsil etmez. Bu nedenle, fokus grup sonuçları karar alırken tek başına kullanılmamalıdır.

Fokus grupların kullanım alanı oldukça geniştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz;

  • Bir ürün kategorisine ilişkin tüketici algılarının, tercihlerinin ve davranışlarının anlaşılması,
  • Yeni ürün fikirleri hakkında izlenimler elde etmek,
  • Eski ürünler ile ilgili yeni fikirler üretmek,
  • Reklamlar için yaratıcı fikir ve malzemeler geliştirmek,
  • Belirli pazar programlarına tüketici tepkilerini öğrenmek.

Kaynak: Malhotra, N.K. (2004). Marketing Research: An Applied Orientation (Fourth Edition). Pearson Education International.

Doğru şeyler yaptığınızı düşündüğünüz anda bile neyle karşılaşacağınızı bilemeyebilirsiniz…

Starbucks kurumsal sosyal sorumluluk adına oldukça çok faaliyeti olan bir firma. Topluma ve çevreye olumlu katkılar sağlamak misyonlarına yön veren temel kaide. İşlerini büyütmenin yanında içinde bulundukları topluma ve çevreye karşı sorumluluklarının da öneminin farkındalar ve bunun için de bir çok çalışma yapıyorlar. Kahve üreticilerine piyasa üstünde fiyatlar sunarak, daha ucuz kredi sağlayarak, Adil Ticaret uygulamalarını destekleyerek ve teknik yardım sunarak hem kahve üreticilerini hem de kahve üretim alanlarını destekliyorlar. Diğer yandan çevreye karşı da çok duyarlılar. Hem üretim alanlarında sürdürülebilirlik hem de kendi mağazalarında kullanılan ürünlerin geri dönüşümlü olması gibi konular üzerinde çalışıyorlar. Starbucks için önemli bir diğer konu ise eğitim. Özellikle mağazalarının bulunduğu pek çok ülkede eğitimi destekleyen faaliyetleri var. Türkiye’de de Kardeş Okullar Projesi’ni sürdürüyorlar. Tüm bunlar faaliyetlerinin sadece bir kısmı, daha onlarca şey var yaptıkları. Bu çalışmalarını da Kurumsal Sosyal Sorumluluk sayfaları , e-bültenleri ve Yıllık Raporları ile ortaya koyuyorlar. Ben de zaten tüm bu bilgileri kendilerinin hazırlamış olduğu bu sayfalarından ve raporlardan derledim.

Kısacası, sosyal sorumluluk Starbucks markasının sahiplendiği (ya da sahiplenmeye çalıştığı) önemli değerleden birisi. Çalışanlarına ve tedarikçilerine karşı davranış şekli, çevreye verdiği önem ve topluma karşı duyduğu sorumluluk kim olduğunun (ya da olmaya çalıştığının) bir parçası. Yani Starbucks markasını Starbucks yapan unsurlardan biri de işte bu Kurumsal Sosyal Sorumluluk faaliyetleri.

Ancak, tüm bu iyiniyetli davranışları ve sosyal sorumluluk anlayışları, aktivistlerin gazabına uğramalarından onları kurtaramamış. Organic Consumer Association 2001 yılından bu yana Starbucks’ın peşinde. Amaçları, rBGH veya rBST olarak bilinen büyüme hormonunu içeren sütlerin kullanılmasını durdurmak. Bu hormon, başta Avrupa Birliği üyesi ülkelerde olmak üzere, tüm gelişmiş ülkelerde yasaklanmış. ABD’de ise hala kullanımına izin veriliyor. Bu hormonun hem inekler hem de insanlar üzerinde olası kötü etkileri var. (detaylı bilgi için buraya bakabilirsiniz).

Peki ama neden Starbucks?

Artık anlamışsınızdır herhalde, ne yazık ki Starbucks hala bu hormonu içeren sütleri kullanıyor mağazalarında. Peki ama neden Starbucks? Başka firma yok mu da bu canı gönülden sosyal sorumluluk diye kendini parçalayan firmaya kafayı takmışlar. Aslında Starbucks biraz da kendisi kaşınmış. Efendim, hikayeyi kısaca özetleyeyim size; Starbucks’ın tüm dünyada 10.000’in üzerinde mağazası var ve başta Amerika olmak üzere, oldukça büyük bir süt alıcısı durumunda. Bu nedenle de pazar üzerinde büyük bir yaptırım gücüne sahip. Adil Ticaret uygulamalarının bir benzerini kolaylıkla süt için de yapabilir.Üstüne üstlük bir de kendini sosyal sorumlu olarak tanımlıyor. E bundan iyisi Şam’da kayısı. Aktivistler Starbucks’ı hormonlu süt kullanmamaya ikna edebilirlerse pazar üzerinde de ciddi bir yaptırım şansları olacak.

Bu ilk girişimler sonrasında Starbucks Organic Consumer Association’a bir mektup yazıp kısaca şunları söylüyor: Bazı müşterilerimiz, sütlerimizde rBST hormonu olmasından dolayı endişeliler. Starbucks, içinde rBST hormonu olmayan sütleri müşteri isteği doğrultusunda bir ek seçenek olarak sunacaktır. Yaz sonuna kadar da, Amerika’da sahip olduğumuz tüm mağazalarda hormonsuz süt opsiyonunu sunmayı umuyoruz.” Mevcut durumda kullandıkları sütün %25’inin hormonsuz olduğunu, aldıkları tüm sütlerin hormonsuz olması için de görüşmelerine devam ettiklerini belirtmişler.

Ancak, gelin görün ki 2006’ya gelindiğinde, Starbucks hala hormonlu süt kullanıyormuş. Söz verdiği gibi bazı ürünlerinde hormonsuz süt seçeneğini sunarken, bazılarında ise bu seçenek yokmuş. Üstüne üstük, hormonsuz süt seçeneği için müşteriden daha fazla para alınıyormuş. İşte bu bardağı taşıran son nokta olmuş. O gün bugündür Organic Consumer Association Starbucks’ı sözünü tutmaya davet ediyor: “Madem sosyal sorumlusunuz o zaman sözünüzün arkasında durun. Hayvanların ve insanların sağlığını tehlikeye atan bu hormonlu sütleri kullanmaktan vazgeçin. Müşterileriniz bunu hak ediyor.”

2001 yılından bu yana çağrılarını tekrarlamışlar hatta 2003 yılında büyük ölçekli bir gösteri düzenlemişler. Ancak ne yazık ki şimdiye kadar bir sonuca ulaşamamışlar.

Aktivist kampanyalar iş başında

İşte tam bu noktada bizim şu ünlü Meatrix grubu ve bir başka aktivist tüketici grup olan Food & Water Watch işe el atmışlar. Starbucks kampanyası da böyle ortaya çıkmış. Kampayanın iki ayağı var. Birincisi Starbucks mağazaları önünde gerçekleşmiş. 19-25 Hariran tarihleriarasında, 23 şehirdeki Starbucks mağazası önünde, tüketicilere üzerinde “Starbucks’tan hormonsuz süt talep ettiklerini” belirten flyerlar dağıtılmış ve mağazaya her giren müşteriden bunu mağaza yetkililerine vermeleri istenmiş. Kampanyanın diğer ayağı ise internet üstünden devam ediyor, elbette ki şu ünlü Meatrix grubu tarafından. Meatrix, hazırladıkları bir e-posta metnini (ki burada da Starbucks’tan hormonsuz süt kullanmaları isteniyor) kendi imzalarını ekleyerek göndermelerini istiyor tüketicilerden Daha sonra da sitede hazırlanmış olan kartlardan basarak, her Starbucks ziyaretin mağazalarına bırakmanız isteniyor. Kampanya da 5.000 e-posta gönderilmesi hedeflenmiş. 22 Haziran itibariyle de bu sayı 3.100 kişiyi geçmiş.

Ben nasıl mı haberdar oldum tüm bunlardan, çok hoş bir bilgilendirici e-mail ile. Hem de Meatrix’den geldiğini görünce sevinçle açtım, acaba yeni bir film var mı diye. Yoktu ama gene de merak edip okudum. Çünkü bu adamlar, kendilerine e-mail adresimi verdiğim günden bu yana, beni hiç rahatsız etmemişlerdi. Önemli bir haber olduğunu düşünüverdim birden. Okudukça, linkleri tıkladıkça başka şeyler de öğrendim. Örneğin, Starbucks’ın sattığı kahvelerden sadece çok küçük bir kısmının (%3,7) Adil Ticaret’ten geldiği gibi.

Starbucks ne yaptı?

Yukarıda heyecanla anlattığıma bakmayın. Bu kampanyanın milyonlara ulaştığı ya da gazete haberlerine konu olduğu falan yok. Şimdilik sadece bloglarda yayılıyor. Ulaştığı sayı ise binlerle ifade ediliyor. (Gerçi bana ulaşmayı başardılar. Bu yazıyla size de ulaşmayı başardılar, öyle değil mi?) Bu da, henüz, Starbucks için bir tehlike oluşturmuyor doğal olarak. Ama önümüzdeki günlerde neler olacağı belli olmaz tabi. Zira bu adamlar iyiden iyiye pazarlamayı öğrenmeye başladılar. Açıkçası Starbucks’ın bundan sonraki adımının ne olacağını merak ediyorum.

Uzun yazılara gücüm yok diyenler buradan sonrasını okusun: Sosyal sorumlu olmak şart ama...
Bu uzun hikayeden sonra gelelim sadede (bu yöntem Selim Abi’den araklanmıştır, dava falan açmaya kalkar, ben referans vereyim de ne olur ne olmaz):

1. Yukarıdaki olayı bir örnek olay olarak alın. Burada kimin doğru ya da yanlış olduğunu veya kimin haklı olduğunu araştırmıyorum. Muhakkak ki her iki tarafın da kendine göre haklı yönleri vardır. Ama asıl önemli olan nokta; Starbucks’ın doğru şeyler yaptığını düşündüğü ve taktir edilmeyi beklediği bir konumdayken bile böylesi bir karşıt hareketle karşılaşabilmesi. Bugün artık riskin neren geleceğini ve bu riskin nasıl sonuçlara yol açabileceğini tahmin etmek kolay değil. Hele de enformasyona ulaşmak artık bu kadar kolayken.

2. Tüketicilere sosyal sorumlu firmaları/markaları destekler misin diye soruklarında, evet cevabını veriyorlar. Ne yazık ki bu söyledikleri yaptıklarıyla pek uyuşmuyor ve satışlara yansımıyor. Ama sakın aklınızdan bu konuları önemsememeyi geçirmeyin bile. Hem tüketiciler hem de diğer paydaşlar firmaların daha fazla sosyal sorumluluk almaları için baskılarını arttırıyor. Hata yapan firmaların/markaların ise vay haline. Bu baskılar önümüzdeki dönemde de artarak devam edecek gibi görünüyor. Sürdürülebilirlik gibi konular gündemi giderek daha fazla işgal etmeye başladı bile.

3. Sosyal sorumluluk markaların önemli bir değeri olarak sahiplenilmeye başlandı bile. Eski PR yöntemlerinden daha çok işe yaradığı düşünülüyor. Son dönemlerde en çok konuşulan konulardan birisi de tüketicilerin ve halkın markalara ve büyük firmalara güveninin kalmamış olması. Bu yüzden gelecekte rekabetin halkın/tüketicinin güvenini kazanmak için verileceği söyleniyor. İşte “Sosyal Sorumluluk” kavramı, bu güven rekabeti içinde çok önemli bir silah olarak görülüyor.

4. Önceki yazıda da bahsetmiştim. Aktivistlerin hem sayısı artıyor hem de pazarlama bilgisi. Söylemlerini yaymak için giderek daha yaratıcı çalışmalar ortaya koymaya başlıyorlar. Internet bizlerin olduğu kadar, hatta belki de daha çok, onların da işine yarıyor. Asla hafife alınmaması gereken bir kitle olma yolunda ilerliyorlar.

5. Sonuç olarak, “Sosyal sorumluluk” kavramı sadece bir pazarlama aracı değil. Sosyal sorumluluk, şirketin en tepesinden en altına kadar her kademede benimsenmesi ve faaliyetlerin her adımında dikkate alınması gereken bir iş yapma şekli. Herkes yapıyor aman ben de yapayım diye yapılacak bir iş değil. Hafife alınacak bir iş hiç değil. Hele de bu hafiye aktivistler uyumadan sizleri takip ederken. Sonra söylemedi demeyin.

Not: Tam bu yazıyı hazırlarken McKinsey’den bir makale geldi. Bu yazının üstüne güzel gider diye düşündüm. İlgilenenler buyursun: When social issues become strategic.

İlgili yazılar;
Aktivistler pazarlama bilimini/sanatını kullanmayı öğrenirlerse ne olur?

Aktivistler pazarlama bilimini/sanatını kullanmayı öğrenirlerse ne olur?

Son günlerde sosyal sorumluluk, sürdürülebilirlik, kurumsal vatandaşlık, üçüncü sektör ve benzeri konular oldukça revaçta. Ben de arada sırada burnumu sokuyorum bu konulara. İnceledikçe daha bir heyecanlanıyorum çünkü bu cephede ilginç gelişmeler oluyor: Aktivistler pazarlamayı öğreniyorlar…

Dünya tersine dönüyor: Birileri firmalara neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğini söylemeye başlıyor…

Günümüzde kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve aktivist tüketici hareketleri kendini pek çok alanda gösteriyor. Sürdürülebilir tüketim, atıkların en aza indirilmesi, enerji kullanımında tasarruf, bazı ürünlerin kullanımından kaçınma ve sosyal sorumlu yatırımlar bunlardan birkaçı. Boykotlar, günümüz pazar ekonomisi içinde, tüketicilerin sahip oldukları en büyük silah durumunda. Kar amaçlı işletmeler ve bu işletmelerin karları üzerinden elde edecekleri vergileri düşünen hükümetler, doğal olarak bu boykotlara duyarsız kalamıyorlar. Dolayısıyla, tüketici boykotları, hem kurumsal hem de hükümet politikalarının değişiminde etkili bir güç olabiliyor.

Diğer yandan, kar amacı gütmeyen kuruluşlar da farklı faaliyetlerle firmalar üzerindeki baskılarını arttırıyorlar. Geçtiğimiz aylarda işte bu hareketlerin birisininden, çok kısa da olsa bahsetmiştim sizlere. The Meatrix filmleriyle gündeme gelen Sustainable Table projesiydi bu. Sustainable Table, Global Resource Action Center for the Environment (GRACE) tarafından, tüketicileri fabrikalaşan çiftlik sisteminin yarattığı sorunlara karşı eğitmek amacıyla hazırlanan bir kampanya. Sustainable Table, farkındalık yaratan kampanyalarla, tutundurma faaliyeleriyle ve fabrikalaşan çiftlik sistemi için elle tutulur çözümler üreterek, sürdürülebilir yiyecek için talebi arttırmayı ve tüketicileri eğitmeyi amaçlıyor.

Hazırlanan Meatrix filmleri bugüne kadar tüm dünyada 10 milyondan fazla izleyiciye ulaşmış, 25 dile çevrilmiş, dünyanın değişik yerlerindeki film festivallerine davet edilmiş ve 2005 Webby Award başta olmak üzere onlarca ödül almış (diğer ödüllere buradan bakabilirsiniz).

Beklenmedik bir Mücadele Yolu

Peki ama Sustainable Table nasıl oluyor da yüzlerce benzer kampanya içinden öne çıkmayı başarıyor. Cevabı aslında çok basit. Karşı oldukları güçler tüketicilere nasıl ulaşıyor ve onları etkiliyorlarsa onlar da aynı yollarla tüketicilere ulaşmışlar. Yani pazarlama aracılığıyla. Ama büyük firmalardan çok daha ucuza buldukları bir yöntemle, Ağızdan Ağıza İletişimle (wom).

Aslında işin buralara gelmesi doğrudan kendilerinin değil, kendileri gibi aktivist bir tasarım firmasının çabalarıyla olmuş. Free Range Graphics; yeteneklerini cheeseburger veya spor ayakkabı satmak için kulanmak yerine, sürdürülebilir ve iyi bir gelecek yaratmak için çalışan kuruluşlara hizmet vermeyi tercih eden bir firma (aşağıdaki resimde bu firmanın storewars isimli bir başka çalışması yer alıyor). Bu firma 2003 yılında kar amaçlı olmayan yüzlerce firmayı, yapacakları bir bağış için davet etmiş. Bu bağış, ücretsiz bir flash film hazırlanmasını içeriyormuş. Elemeler sonrasında kazanan GRACE’in Sustainable Table programı olmuş. Sonuç ise, onlarca ödül kazanan the Meatrix filmi olmuş.

Sadece film yetmez…

Filmler inanılmaz bir basitliğin yanında popüler bir film olan Matrix’in karakterlerinin süper çiftlik kahramanlarına dönüştürülmesi nedeniyle de büyük bir ilgi kazanmış. Kampanya kapsamında yapılan çalışmalar bununla bitmiyor. Kampanya ağırlıklı olarak internet üzerinden sürdürüldüğü için oldukça kapsamlı ve etkileşimli bir internet sitesi hazırlanmış. Bu siteden Sustainable Table’ın neyi savunduğunu ayrıntılı olarak öğrenmekle kalmıyor aynı zamanda onlara katılmak ya da destek olmak için neler yapabileceğinizi de öğreniyorsunuz. İşte kampanyanın yayılmasındaki en önemli unsurlar da burada sunulan seçeneklerde yatıyor. Kampanyaya destek vermek ve yaymak için neler mi yapılabiliyor;

  • Link vermek: Bu işi olabildiğince kolaylaştırmışlar. Hazır bannerların yanısıra kullanılabilecek hazır metinler de var. İster sitenizde, ister blogunuzda, isterseniz arkadaşlarınıza mail atarken bu hazır bannerarı ve metinleri kullanabiliyorsunuz. Hiçbir zahmete gerek yok yani anlayacağınız.
  • Yazı hazırlamak: Sadece bannerla kalmayın, film ve fabrikalaşan çiftlikler hakkındaki düşüncelerinizi de paylaşın sayfalarınızda diyorlar. Bunun için de size bazı ipuçları sunuyorlar. Neler hakkında yazılar yazabileceğinizi, yazınızı süslemek için kullanabileceğiniz grafikleri de beraberinde sunuyorlar.
  • Filmi izlettirmek: Filmi sadece arkadaşlarınıza göndermekle kalmayın, bölgenizdeki sinemalardan da gösterimi için talepte bulunun diyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi sinemanın sahibiyle konuşulacaklara ve film formatlarına kadar her türlü detayı anlatıyorlar. Broşürleri ve posterleri de hazırlayıp gönderiyorlar. Bir de hediye mug veriyorlar üstüne.
  • Sticker ve posterler: Sayfadan indirip basabileceğiniz stickerlar ve posterler var. Bunları basıp çevrenizdeki dükkanlara asabiliyorsunuz. Elbette bunların asılabileceği yerlerin de, hani bazıları aklınıza gelmez diye, bir listesi eklenmiş hemen altına.
  • Filmi gösterin: Sadece sinemalarda değil kendinizin düzenleyeceği film gösterimleri ile de destek olabilirsiniz diyorlar. Ssöylemeye gerek var mı bilmiyorum ama ne tür toplantılar olacağını da kısaca sıralayıvermişler.
  • Blog: Ve elbette Sustainable Table’ın bir de blogu var. Bloga yorum yazabilir ya da bloga kendi blogunuzdan link verebilirsiniz. Moopheus’a da MySpace üzerinden ulaşabilirsiniz.

En güzel çalışmalarını sona sakladım. Tüm bu yaptıklarınız sonrasında Pill Points (Hap puanlar) kazanıyorsunuz. Gerçi sayfadan bu puanlarla ne yapılacağını tam anlayamadım ama arkasında yine esprili bir fikir olduğuna inanıyorum. Bir yandan pazarlamayı kullanıp bir yandan da dalga geçiyorlar sanki… (Bu hap puanların esprisini anlamadıysanız gidip filmi izleyin lütfen.) Tüm bunların yanında zekice hazırlanmış başka faaliyetler de var tabi. Sürdürülebilir yemek partileri bunlardan sadece birisi. Daha onlarca yolla bu kampanyayı yaymanız için önerilerde bulunuyor site.

Şimdi merak ediyorsunuzdur, bu kız lafı nereye getirecek diye. Siz merak etmeye devam edin efendim. Bu yazı çok uzadı. Arkası yarın diyoruz ve burada kesiyoruz. Bu yazıdan öğrenilecek şey ise, kar amacı gütmeyen kuruluşların da pazarlamayı kullanmayı en az diğer büyük firmalar hatta belki de onlardan daha iyi öğrendikleri. Bu noktayı unutmayın zira yazıya kaldığım yerden devam ededeğim.

Şimdilik sağlıcakla ve izlemede kalın.

Yorgun Doğdum, Dinlenmek İçin Yaşıyorum

Demin jazzetta‘ya uğradım. “Yorgun doğdum, dinlenmek için yaşıyom!” konusunu enine boyuna incelediği yazısı beni birden geçmişe götürdü.

Aklıma Yorgun Doğanlar Derneğimiz geldi. Sevgili Kadir arkadaşımızın kuruculuğunu üstlendiği bu dernek, inanılmaz bir tüzükle hayatına başlamıştı (gerçi ben derneğin sonraki üyelerindenim ama olsun). Tabi tahmin edebileceğiniz gibi, tembellikten, derneğin başka bir faaliyeti olmadı.


Olsun, zaten amaç dinlenmekti.

İşte derneğin tüzüğü;
Madde 1 - İnsanlar yorgun doğar, dinlenmek icin yaşar.
Madde 2 - Çalısmak yorar.
Madde 3 - Gündüz dinlen ki gece rahat edesin.
Madde 4 - Yatağını kendini sevdiğin gibi sev, içinden cıkmayacağın gibi yap.
Madde 5 - Yarın yapabileceğin işi bugün yapma.
Madde 6 - Bugünün işini yarına bırakma, erteleyebileceğin kadar ertele.
Madde 7 - Dinlenen birini görünce otur ona yardım et.
Madde 8 - Oturman mümkünse ayakta durma, yatman mümkünse oturma.
Madde 9 - Tembellikten kimse ölmemiş.
Madde10 - Çalışma isteği duyunca bir yere otur, isteginin geçmesini bekle.

Etnografik Tüketici Araştırmaları

Eski yazılardan bir tane daha: Etnografik Tüketici Araştırmaları. 12 Aralık 2005 tarihinde yayınlamışım. Hazırlarken çok keyif aldığım bir çalışma olmuştu, bir de yapmayı öğrenebilirsem tamam olacak. Keyifli okumalar.

İnsan davranışı araştırmalarında karşılaşılan iki temel sorundan birisi sorulabileceklerin sınırı ve diğeri de insanların her zaman söyledikleri şeyi yapmıyor olmalarıdır. Satın alma eğilimi verilerinin, sonradan gerçekleşen alışverişleri gerçekte ne kadar öngörebildiğini karşılaştıran 100 anket çalışmasının analizine göre; “insanlar, hangi tip ürün olursa olsun, uzun vadeli alışveriş davranışlarını tahmin konusunda genellikle güvenilir kaynaklar olamamaktadırlar.” General Mills için yapılan bir fokus grup çalışmasında, bir anne ailesinin kahvaltılarda sadece sağlıklı gıdalar yediğini belirtmiştir. Ancak, ailenin gerçek faaliyetlerini gösteren video kayıtlarında, çocukların tam tahıl kahvaltılıkları yemeyi redederek, kendilerine sağlıklı olmayan kahvaltılık gevreklerden aldıkları görülmüştür. Anne fokus grup çalışmasında muhakkak ki yalan söylememekte, onun yerine çocuklarının aslında sağlıklı bir kahvaltı yaptığına inanmayı istemektedir. (Elliot ve Elliot 2003) Bu sonuçlar, tüketici araştırmaları açısından büyük sorunlar yaratmaktadır. Markalar için yapılan araştırmalarda, insanlar önce birşeyleri söylemekte ve bir adım sonrasında kendilerini yalanlayarak, başka bir davranış gösterebilmektedirler.

Diğer yandan, pazar dinamiklerinde de hızlı bir değişim söz konusudur. Günümüz pazarlama sorunlarının çözümü giderek zorlaşmaktadır. Bu karmaşa hem tüketicilerin hem de tüketim ortamlarının değişiminden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, geleneksel araştırma yöntemlerinin tek başına kullanımı, artık bu karmaşık tüketicinin ve pazarlama sorunlarının çözümlenmesinde yeterli olamamaktadır.

Son dönemde, bu sorunların üstesinden gelmek için kullanılan alternatif yöntemlerden birisi de etnografik araştırmalardır. Özellikle 2000’li yılların başından bu yana ülkemizde de bu tip araştırmaların kullanımı giderek artmaktadır. Bileşim Uluslararası Araştırma ve Danışma şirketinin Niteliksel Araştırma Direktörü Ali Arslan, kendilerine gelen müşterilerin artık “rekabetçi ortamda ürünlerini farklılaştıracak ve rakiplerine kıyasla bir adım öne çıkartacak yaratcı iç görüler” talep ettiklerini belirtmekte ve bu taleplerin, benzer sonuçları ortaya koyarak sürekli kendini tekrarlayan geleneksel yöntemlerle değil, taze bir bakış açısı sağlayabilecek etnografik araştırmalarla mümkün olabileceğini söylemektedir (Arslan 2005).

Etnografinin temeli antropolojiden gelmektedir. Etnografi (etnography) terimi, “etno (insan)” ve “graphy (betimlemek, tasvir etmek)” kelimelerinden oluşmaktadır. Etnografi, insanların kendi dünyalarını kendi terimleriyle anlatmalarına izin vererek ve onları evlerinde, işyerlerinde, arabalarında veya süpermarketlerde gözlemleyerek, araştırmayı insanlara taşımaktadır.(Miles 2003)

Bir arslanın nasıl avlandığını anlamak için ormana gidin, hayvanat bahçesine değil.
Kevin Roberts, Saatchi & Saatchi

Etnografik Araştırmaların Tanımı

Etnografi, incelenmesine karar verilen belirli insan topluluklarının ve/veya segmentlerinin “ilişkilerini” ve “davranışlarını”, bulundukları doğal ortamında “inceleyen”, “gözlemleyen”, “belgeleyen” ve “yorumlayan” bir bilim dalıdır (Arslan 2005 içinde Agar 1996). Etnografi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, antropolojinin en yaygın olarak kullandığı sosyal araştırma yöntemlerinden birisidir. Bu araştırma yönteminde antropologlar, “hedef kitle ile belirli bir zaman süresi geçirirler” ve “onlarla ve onlar gibi yaşarlar.” (Arslan 2005 içinde Van Maanen 1996)

Bir başka yazar ise etnografik çalışmaları, “bir topluluğun portresi olarak tanımlamaktadır. Bir başka deyişle, “ele alınan hedef kitlenin (topluluğun) geleneklerinin, inançlarının, tutumlarının ve davranışlarının saha çalışmaları yöntemi ile toparlanmasıdır.” (Arslan 2005 içinde Harris ve Jhonson 2000)

Etnografik yöntem “kültür ve günlük hayatın anlamına” odaklı bir çalışma yöntemidir. “Kişilerin söylediklerinden çok bilinçaltında yer eden (buz dağının altında yatan), davranışlarını yönlendiren gerçek motifleri su yüzüne çıkartır.” (Arslan 2005 içinde Hammersley 1990)

Bazı Temel Varsayımlar

Etnografi kendi içinde bazı temel varsayımlara sahiptir. Bunlardan ilki; etnografinin davranışların doğal ortamında incelenmesini gerektirmesidir. Yani etnografi, labaratuar ortamında değil, gerçek dünyada çalışılmasını gerektirmektedir. İkincisi, araştırmanın hedef kitlesinin semboller dünyası anlaşılmadan, dünyaya onların gözünden bakılmadan ve onlar tarafından paylaşılan anlamlar kullanılmadan sosyal davranışlar konusunda yeterli bilgi oluşturulamamasıdır. Bu gereklilik, kullanılan dilin (diyalektik, jargon, kelimelerin özel kullanımları, neolojizm gibi) öğrenilmesini içermektedir. Üçüncü ilke, etnografi sahada daha uzun süre bulunulmasını gerektirmektedir. Araştırma çevresinde daha uzun süre kalınması, tüketicilerin günlük hayatlarındaki sıradan olayların önemli anlarıyla spontan olarak karşılaşılması ve olması beklenen olayların tecrübe edilmesi olasılığını arttıracaktır. Dördüncü ilke, kültürel hayatı hedef kitle ile paylaşmaktır. Bu ilkeyi, tüketicinin gözlükleriyle dünyaya bakmak veya hedef kitlenin ayakkabılarıyla yürümek şeklinde de açıklayabiliriz. Bu şekilde araştırmacı, hedef kitlenin kültürel/sembolik anlamlarına ve yerel kurallara karşı bir anlayış geliştirecektir. Tüketici davranışlarında geliştirilen anlayışa dayalı modeller, tüketime örnek olan mikro kültürel anlamlara ve değer sistemlerine özel bir önem vermektedir. (Elliot ve Elliot 2003)

Etnografi küçük örneklemlerle çalışmaktadır. Örneğin, fırsatçı örneklemde (opportunistic samples), daha zengin veri sunabilecek kişiler seçilmektedir veya yargısal örneklemde (judgemental samples), belirli bir alanda özel bilgiye sahip olabilecek kişiler aranabilmektedir. Bir etnografi araştırmacısının rastsal bir örnekleme ulaşması imkansıza yakındır. Ancak, etnografi araştırmacıları, sosyal davranışlara ilişkin “yoğun bir tanımlama” yapmaya çalışmaktadırlar. Bunu yaparken de, çok çeşitli ve karmaşık yapılarla karşılaşmaktadırlar. Bu karmaşa içinde araştırmacının düzen sağlayabilmesi için, genişlikten ziyade derinliğe; tahminden çok anlamaya odaklanması gerekmektedir. (Elliot ve Elliot 2003)

Etnografik Araştırma Yöntemleri

Alvesson ve Skoldberg, etnografik araştırmaları ikiye ayırmışlardır; tümevarımsal (inductive) ve yorumsamacı (interpretive). Tümevarımsal etnografi veriye önem verir ve iyi araştırma için yöntemlere odaklanır. Yorumsamacı etnografi ise, yorumlara önem verir. Aşağıda, bu yorumsamacı etnografi yöntemlerine yer verilmiştir; (Elliot ve Elliot 2003)

Katılımcı Gözlem (Participant observation). Etnografik yöntemler temelinde katılımcı gözlen yöntemini içermektedir. Bu yöntemde araştırmacı, topluluk hayatına doğrudan katılır, insanların gerçeklerini, onlarla konuşarak ve onları gözlemleyerek, doğrudan onlardan öğrenir. Gözleme katılım derecesine göre bu yöntemin farklı şekillerinden sözedilebir; tamamiyle katılımcı, gözlemci olarak katılımcı, katılımcı olarak gözlemci ve tamamiyle gözlemci. Hammersly ve Atkinson, iki uçta kalan yöntemlerin toplanan bilginin kalitesi açısından sınırlı kalabileceğini, diğer iki yöntemin arasındaki farkın ise sorgulanabilir nitelikte olduğunu belirtmektedirler. İdeal yaklaşım, araştırmacının hedef kitle üstündeki etkisini en aza indirecek ve elde edilecek bilginin derinliğini en yükseğe çıkartacak şekilde olmalıdır. Bu yöntem, duruma göre gizli bir noktadan gözlem ile araştırmacının aktif bir katılımcı olarak hareket etmesine kadar geniş bir yelpazeden seçilebilecektir.

Katılımcı Olunmayan Gözlem (Non-participant observation). Bazı durumlarda, dışarıdan birisi, üzerinde çalışılan davranışın özüne zarar verebilecektir. Bu durumlarda, katılımcı olarak gözlem yapılması mümkün olmayacaktır. Örneğin, küçük topluluklardaki davranışlar veya alışılmış ve tekrarlanan insan-obje ilişkileri gibi. Bebeklerinin bezlerini değiştiren ailelerin gözlemlenmesi, bebek bezi tasarımları için oldukça yararlı bilgiler sağlamıştır. Diğer yandan, Paco Underhill kurduğu büyük bir gözlemci ekibiyle, alışveriş mağazalarında müşterileri gözlemlemiş, ne giydiklerinden neye dokunduklarına, yaşlarına, cinsiyetlerine, nereleri gezdiklerine kadar her hareketleri not edilmiştir. Bu çalışmalar, insanların alışveriş alışkanlıklarından, mağaza içi gezme planlarına kadar pek çok konuda perakendecilere yararlı bilgiler sunmuştur (Underhill 2002).

Görüşme (Interviews). Katılımcı gözlem nadiren diğer bir takım veri toplama yöntemleri olmadan uygulanmaktadır. En çok kullanılan ek yöntemler, hem formal hem de formal olmayan görüşmelerdir. İnsanlara yaptıkları bir şeyi neden yaptıklarını sormak, yerleşmiş davranışların anlaşılması için gerekli bir unsurdur. Ancak bu verinin diğer girdilere göre ayrıcalıklı tutulmaması gerekmektedir. Etnografik görüşmelerin temel görüşlerinden birisi yönlendirici olmayan sorulara odaklanmaktır. Sorular, görüşme yapılan kişinin, belirlenen geniş bir alan hakkında konuşmasını sağlayacak şekilde tasarlanmalıdır. “Günlük alışkanlıklar (daily routine)” ve “hayat hikayesi (life history)” tipik görüşme tekniklerindendir. Bu teknikler, uç noktadaki bir Budist tarikatının üyelerinin tüketim alışkanlıklarının ve kültürleşmede tüketimin rolünün incelenmesi için tüketici araştırmalarında kullanılmıştır.

Informal Görüşmeler ve Gayrı Resmi Konuşmalar (Informal Interviews and Casual Conversations). Etnografiden elde edilebilecek en zengin verilerin çoğu, araştırmacı ile görüşmeye katılan kişi arasındaki informal konuşmalardan sağlanmaktadır. Informal görüşmelerin özünde, araştırmacının elinde yazılı bir soru listesi bulunmamaktadır. Bunun yerine araştırmacı, daha önce belirlediği soruları, uygun zaman geldikçe sormaktadır. Bu görüşmelerin informal olmasının diğer bir sebebi ise, çok farklı çevrelerde gerçekleşebilecek olmasıdır. Örneğin, görüşmeye katılan kişilerle birlikte bir iş üzerinde çalışırken, kahve içerken veya televizyon seyrederken gibi. Amaç, görüşmeye katılan kişinin tartışmayı kontrol etmesine olanak vererek, mümkün olduğunca deneyime yakın olabilmektir. Görüşme sırasında her şey tartışmaya açıktır. Görüşmeci, bir soruyu eleştirebilir, düzeltebilir, bu konunun hassas olduğunu belirtebilir veya istediği şekilde soruyu cevaplayabilir.

Görüşmeci Günlükleri (Informant Diaries). Informal görüşmeler içinde bir yol da, görüşmecilerden araştırılan konuyla ilgili bir günlük tutmalarını istemektir. Daha sonra, bu günlüğe kaydedilen tecrübeler ve deneyimler üzerinden konuşulmaktadır. Görüşmeci günlükleri, diğer veri toplama yöntemleri ile birlikte kullanıldığında, önemli farklılıkları ortaya koyabilmektedir. Örneğin, Lever çocukların oyun oynamalarını hem günlükler hem de soru formu kullanarak incelemiştir. Her iki yöntem farklı seviyelerde cinsiyet stereotipi göstermiştir. Lever, soru formlarıyla “genellikle ne yapıldığının” sorulmasının, günlüklerle “gerçekte ne yapıldığının” sorulmasına göre daha fazla cinsiyet farklılığına sebep olduğunu, bunun da veri toplama yönteminin doğasındaki zihinsel işlemlerin seviye farklılığından kaynaklandığı sonucuna varmıştır.

Türkiye’den Bazı Çalışma Örnekleri

Bileşim Uluslararası Araştırma ve Danışma şirketinin Niteliksel Araştırma Direktörü Ali Arslan (2005), etnografi kullanarak yaptıkları bazı çalışmalardan örnekler vermiştir. Örneğin, 2004 yılında 18-24 yaş arası “kent soylu” gençlerin nabzını tutmaya yönelik yapılan bir etnografik çalışmada, bu gençlerin arasına 12 genç antropolog yerleştirilerek, aralarındaki trendsetter ve fikir liderleri hedeflenmiş ve bu gençlerin trendleri belirlemedeki rolleri analiz edilmiştir. Bu çalışma yaklaşık bir ay sürmüştür. Kentin farklı sosyo-ekonomik bölgelerinde faaliyet gösteren gençlerin oluşturduğu gruplara sızan genç antropologlar, bu farklı gruplar içerisinden 17 gençlik fikir lideri tipi saptamışlardır. Bu tiplerin analizi sırasında, gençlerin modadan aile yaşantısına, alışveriş alışkanlıklarından bu alışkanlıkları güdüleyen ihtiyaçlara kadar incelemeler yapılmış, gelecekte oluşacak tüketim kalıpları ve gençleri bunlara yönelten sebeplerin irdelenmesi açısından çok ciddi ipuçları elde edilmiştir.

Firma tarafından kullanılan diğer bir yöntem ise ev ziyaretleridir. Bu ziyaretler, bir bakıma, semi-etnografik bir yöntemdir. Bu yöntemde, araştırmacı hedef kitlenin evini ziyaret etmekte; incelenen ürün ya da markaya ilişkin sohbet etmekte, gözlem yapmakta ve tüketim alışkanlıkları süreçlerini bire bir izlemektedir. Örneğin, Azerbaycan’da gerçekleştirilen bir çalışmada, yemek yapılırken margarinin nasıl kullanıldığı ve nasıl saklandığı gibi konularda ilk elden veri sağlamak amacıyla, 8-10 adet ev ziyareti yapılmıştır. Bu ziyaretler kapsamında evin hanımı, araştırmacıyla birlikte yemek yapmıştır. Bu sayede, incelenen konuya ilişkin soruların cevapları, doğrudan sürecin gözlemlenmesiyle alınmıştır. (Arslan 2005)

Arslan’ın (2005) kullanıldığını belirttiği yöntemlerden birisi de, kendilerinin verdiği isimle, “Taksi-Metre” tekniğidir. Teknik, taksi şoförlerinin kentin, semtin veya mahallenin ayaklı bilgi kaynakları olmaları ve bu yerlerin nabzını en sağlıklı tutan kesimin başında gelmelerine dayanmaktadır. Antropologlar hedeflenen yörelerdeki taksi şoförleri ile kısa süreli yolculuklar yapmakta ve araştırılacak konuyu sohbet tarzında açarak, şoförün ve dolayısıyla yöre halkının konu hakkındaki fikrini almaktadırlar.


KAYNAKLAR

  • Miles, Louella (2003); “Living Their Lives”; Marketing (UK); 12/11/2003.
  • Arslan, Ali (2005); “Pazar Araştırmasında Bir Nabız Tutma Yöntemi: Etnografi”;Pazarlama ve İletişim Kültürü Dergisi; 4; 12; Nisan-Mayıs-Haziran; s. 63
  • Elliott, Richard ve Elliott, Nick Jankel (2003); “Using ethnography in strategic consumer research”; Qualitative Market Research; 6, 4; s. 215
  • Agar, M (1996); Proffessional Stranger: An Informal Introduction to Ethnography; Academic Press; 2. baskı
  • Van Maanen, J (1996); Etnography In: A.Kuper and J.Kuper (eds) The Social Science Encyclopedia; 2. baskı;London, Rou; s. 263-265
  • Harris, M. ve Jhonson, O. (2000); Cultural Anthropology; 5. baskı; Needham Hights, MA: Allyn ve Bacon
  • Hammersly, M. (1990); Ethnography; 2. baskı;Thousand Oaks, CA; Sage Publications
  • Underhill, Paco (2002); Alışveriş Bilimi: Müşteri Neden, Nasıl, Ne Zaman, Neyi Satın Alıyor?; Soysal Yayıncılık; İstanbul